Semra Hanım, efsane kaynana Kuduruk Makbule’ye bile rahmet okuttu
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Geçtiğimiz perşembe gecesi Brüksel’e odaklanan Türkiye’nin cuma gecesi Semra Hanım’a kilitlenmesi, bana Türk Edebiyatı’nın konusunu kaynanalardan alan en meşhur eserini, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1927’de yayınladığı ve içerisinde Türk Edebiyatı’nın en güzel kaynana tiplemesinin bulunduğu ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’ isimli romanını hatırlattı.
Kitabı seneler sonra o gece yeniden okudum ve romanın kahramanı Kuduruk Makbule’nin, Semra Hanım’ın eline su bile dökemeyeceğini farkettim. Semra Hanım’ın, haftalardan buyana yaptıklarıyla eserinde dört dörtlük şirret bir kaynana portresi çizen koskoca Hüseyin Rahmi’nin hayallerini bile geride bıraktığını görünce, mukayese yapabilmeniz için Kuduruk Makbule’nin macerasını anlatayım dedim.
GEÇTİĞİMİZ perşembe gecesi Brüksel’e odaklanan Türkiye, cuma gecesini de yine ekran başında ama bu defa Semra Hanım’a kilitlenerek geçirdi.
Haftalardan buyana neredeyse AB konusundan daha fazla tartışılır hale gelen Semra Hanım önceki gece yarışmanın birincisi olan müstakbel gelini Sinem tarafından bir güzel elendi ama etrafına çektirdikleriyle daha bir müddet gündemden inmeyecek gibi.
Semra Hanım’ın birdenbire Türkiye’nin neredeyse en meşhur siması haline gelivermesi, bana Türk Edebiyatı’nın konusunu kaynanalardan alan en meşhur eserini hatırlattı: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1927’de yayınladığı ve içerisinde Türk Edebiyatı’nın en güzel kaynana tiplemesinin bulunduğu ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’ isimli romanını...
TV’deki yarışmaya gözüm önceki gece son defa takıldığında ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’yu kütüphanemden çıkartıp yeniden okudum ve romanın kahramanı Kuduruk Makbule’nin, Semra Hanım’ın eline su bile dökemeyeceğini farkettim. Semra Hanım, haftalardan buyana yaptıklarıyla, eserinde dört dörtlük şirret bir kaynana portresi çizen koskoca Hüseyin Rahmi’nin hayallerini bile geride bırakmıştı.
İşte, Türk Edebiyatı’nın efsane kaynanası Kuduruk Makbule’nin kısa öyküsü:
Makbule Hanım, çocuk yaştayken babasından da yaşlı bir adama verilmiş ve genç yaşında dul kalmıştır. Beşiktaş’taki konağında kızı Vehibe, oğlu Ali Harun, damadı Osman Zihni ve torunlarıyla beraber yaşamakta; konağın izbe köşelerine çıkınlar içerisinde altın saklamaktadır.
Seneler öncesinden tozutmuş olan Makbule Hanım, erkeğe ve paraya düşkündür. Oğlu yaşındaki gençlere göz süzüp gerdan kırmakta ama parasından çocuklarına zırnık koklatmamakta, servetini çıkınlar ve keseler içerisinde konağın kendisine ait kısmında tutmaktadır.
Günün birinde Vassaf Bey isminde genç bir avukatla tanışır ve sırılsıklam áşık olur. Konağa gündüz erken saatte gelen avukatı geceleri odasında alıkoymakta, işe içki álemleriyle başlayıp arkasını getirmekte ve neticede ailesi mahalleye rezil olmaktadır. İşin garip tarafı, genç avukat da annesi yaşındaki kadına gönül vermiş gibidir ve Hüseyin Rahmi’nin ifadesiyle ‘Ah hayatım, ruhum! Bana varmazsan genç yaşımda canıma kıydırırsın. Vallahi sensiz gözüme dünyalar zindan olur. Makbule’ciğim, sensiz yaşayamam’ diye çırpınmaktadır.
Makbule Hanım’ın kızı Vehibe ile oğlu Ali Harun, İstanbul’da nefesi kuvvetli diye bilinen ne kadar hoca, cinci ve büyücü varsa dolaşırlar ama kaynana bir türlü yola gelmez. Makbule Hanım’ın esrar ve morfin cinsinden bütün uyuşturuculara müptelá olan oğlu Ali Harun ise, günün birinde bir işe kalkışır: Annesini öldürmek ister ama damadın mani olmasıyla bir başka yol arar ve gider; önce annesini, sonra da annesinin sevgilisi Vassaf’ı boyunlarından ısırır, soranlara ‘Beni sokakta geçen gün köpek ısırmıştı. Meğer kuduzmuş, ben de gidip annemı ısırdım, hep beraber öleceğiz ve bu rezalet son bulacak’ der.
Aile konaktan alınıp hastahaneye kapatılır, Makbule Hanım’da kudurma alámetleri başladığı sırada meselenin aslı tesadüfen ortaya çıkar: Ali Harun kuduz değildir. Kuduz taklidi yaparken annesini korkudan öldürmeye ve parasının üstüne oturmaya çalışmaktadır. İşe damat Osman Zihni el koyar, kurduğu tezgáhla kaynanası Makbule Hanım’ı ve genç avukat Vassaf’ı bir güzel kavga ettirir ve Vassaf çekip gider. Hastahaneden taburcu edilen Makbule Hanım’a elli yaşlarında bir koca bulunur ve kızıyla damadı da konakta buldukları çıkınlar içindeki paraların sahibi olurlar.
1920’lerin unutulmaz kaynanasının yaratıcısı olan Hüseyin Rahmi, şimdiki TV cinnetimizi görmüş olsaydı ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’yu bugünlere kimbilir nasıl uyarlardı, merak ediyorum.
Kaynana sözlüğü
ESKİ sözlüklerde ‘kayın’ sözünün Türkçe’nin eski devirlerinden kalma bir kelime olduğu söylenir ve karşılığı ‘evlilik yoluyla aileye giren kişi’ diye yazılır.
‘Kayın’ ve ‘ana’ sözlerinden meydana gelen ‘kaynana’ ise bileşik bir isimdir ve Türkçe’de ‘kayın’ kelimesine diğer sözlerin ilávesiyle yapılan daha başka birçok kavramlar vardır.
İşte, bu kavramların küçük bir sözlüğü:
‘Kaynanaçiçeği’: Sahlep.
‘Kaynanadili’: Kaktüs ve bir tür iğne oyası.
‘Kaynanayumruğu’: Sebze gibi yenen kırmızı bir ot.
‘Kayınikeç’: Büyük baldız.
‘Kayınsinil’: Küçük baldız.
‘Kayınaga’: Büyük kayınbirader.
‘Kayınini’: Küçük kayınbirader.
‘Kaynanazırıltısı’: Çevirdikçe ses çıkartan bir tür oyuncak.
Ve, Türkçe’de kaynanayla gelin arasındaki málum münasebetleri anlatan birkaç deyim:
‘Kaynana pamuk yumağı olup raftan düşse, gelinin başını yarar’, ‘Kaynana böcü, oğlun cici’, ‘Kaynana gelinin altın duvağı’, ‘Gelin çiçek, her dediği gerçek; kaynana yılan, her dediği yalan’...
ZAPTİYE
Bütün intihalciler aynı savunmayı yaparlar!
SENELERDEN buyana çok sayıda intihal hadisesini belgeleriyle ispat ederek yazdım ve her defasında oldukça ses getirdim. İntihalciler arasında gayet meşhur yazarlar, anlı-şanlı üniversite hocaları, hatta rektörler bile vardı.
İntihalleri gündeme getirmemden sonra aldığım açıklamaların neredeyse tamamı, tıpatıp aynıydı: İntihalci, yaptığı alıntının kaynağını göstermiş ama kaynağın yazılı olduğu satırın yayınlanması, yayınevinin dikkatsizliği yüzünden unutulmuştu! Dolayısıyla intihal değil, sadece bir teknik hata sözkonusuydu!
Geçen hafta Fethullah Gülen’in imzasını taşıyan ‘Buhranlar Anaforunda İslam’ adlı kitabın bir bölümünün İsmet Paşa’nın son başbakanı Şemsettin Günaltay’ın ‘Zulmetten Nura’ isimli eseriyle tıpatıp aynı olmasına dikkat çekmem üzerine bol bol tepki ve birkaç da tehdit aldım; derken Gülen’in yayınevi de alışılmış açıklamayı yaptı.
Tepkiler, çeşit çeşitti. ‘Fethullah Gülen’in bir kitabı sadece tek bir defa okuması yeter, zira o kitapta yazılı olan herşeyi ezberine alır. Dolayısıyla intihal yapmamış, engin hafızasında kalanları nakletmiştir’ diyenleri mi istersiniz; ‘Gülen’in kitabı akademik bir yayın değildir, dolayısıyla kaynak göstermesi şart değildir’ diye müdafaaya çalışanları mı... Bu savunmalara bakılırsa, okuduğu herşeyi kelimesi kelimesine hatırlayan ‘engin hafıza’ya, iş kaynak göstermeye gelince her nedense bir unutkanlık árız olmuştu! İşin daha da garip tarafı, intihalin bir bilimadamı tarafından yapılmasının ‘suç’, akademik ünvanı bulunmayan zevátın bu işe kalkışmasının ise o çevrede ‘mübah’ sayılmasıydı. Üstelik, bu iddiayı ortaya atan kesimin yayın organlarında ‘Akademi’ adını kullanan bir grup ve bir de köşe vardı!
‘Buhranlar Anaforunda İslam’ın yayıncısı Nil Yayınevi’nin açıklaması da, senelerden beri okuya okuya ezberlediğim formattaydı. Açıklamada ‘Fethullah Güven, sözkonusu iktibasların başında ‘İfadenin Günaltaycası’ demiş ...fakat orijinal nüshadan temize çekme esnasında müstensih tarafından ‘İfadenin Günaltaycası’ kısmı hataen atlanmıştır’ deniyor ve Gülen ile kamuoyundan özür dileniyordu.
Benim bu konudaki tek muhatabımın hadisenin bizzat ‘faili’ olmasına, hariçten söylenen sözlere cevap vermeme gerek bulunmamasına ve herşeyin ortada apaçık görünmesine rağmen, çok eski bir fıkrayı hatırlatmadan edemiyorum:
Şeyhülislám azledilip taşraya sürgüne yollanmış. Günlerden bir gün yolu o taraflara düşen bir saray görevlisi, sabık şeyhülislamı ziyaret edip gönlünü almak istemiş, gitmiş ve söz arasında ‘Efendi hazretleri’ demiş. ‘Geçenlerde sarayda, vazifenize iade edilmeniz meselesi konuşuluyordu’
Sabık şeyhülislám acı acı gülümsemiş: ‘İnanmasına inanmıyorum ama, sen söylemeye devam et evládım’ demiş. ‘Hem kulağa hoş geliyor, hem eğlendiriyor!’