Bu özelliği gelişmiş insanların çok daha kolay iletişim kurdukları söyleniyor.
Daha da önemlisi, zor durumda olanları anlayabilenler, kendisini onların yerine koyabilenler daha iyi bir insan olabiliyor. Ancak gelişmesi kolay değil. Bazen trajik bir karşılaşma, bazen de bireysel deneyim gerektiriyor. En zoru da açlığı anlamak, kendimizi aç birinin yerine koymak.
Özellikle obezite ve israfın her geçen gün arttığı, birey benliğinin ön plana çıktığı, varoluşun acımasız rekabete indirgendiği sanayi toplumlarında açlık empatisi imkansıza yakın.
Ama neyse ki Ramazan bize bu duyguyu bir ölçüde yaşatıyor.
Aç olan insanlarla yiyeceğimizi paylaşmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Her zaman ve herkes olmasa, tam olarak empati kuramasak da yiyeceğimizi paylaşıyoruz.
Hem Fatma Şahin hem de Karaca Grup CEO’su Fatih Karaca’nın konuşmalarında vurguladığı gibi kültürel mirasımız ve tarihimizin zenginliğine sahip çıkmak, kültürümüzü yansıtan değerleri korumak, yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak hepimizin ortak sorumluluğu.
Tarih boyunca görkemli sofraların kurulduğu Gaziantep, Anadolu’nun kültürel açıdan en bereketli yerlerinden biri.Gaziantep’in simgesi Zeugma’nın benzersiz mozaik desenlerinin evlerde yaşaması, hayata karışması hepimiz için büyük bir anlam ifade ediyor.
Bu ürünlerin sadece Türkiye’de değil, markanın Avrupa’nın çeşitli kentlerindeki mağazalarında da satışa çıkması önemli ve sevindirici.
Hiç kuşkum yok ki ürünlerin hikayesinden ve başta Maenad ya da daha bilinir adıyla Çingene kızı mozaiği olmak üzere üstünde gördükleri mozaik desenlerinden etkilenip bölgeye gelmek isteyenler de olacaktır.
Dileğim kültür, tarih ve gastronominin tasarımla şekillendiği ve bizleri bir sofra etrafında toplayan projelerin artması.
Özellikle de söz konusu olan insanlığın varlığını sürdürmesi için gerekli su gibi bir maddeyse daha çok durup düşünmem, uzaktan bakıp beklemem gerekiyor.
Çok su içen, içtiğim suyun mineral değerine, sertliğine yumuşaklığına bakan biri olmadım hiçbir zaman.
Temiz bir kaynaktan gelsin, içinde ağır metaller olmasın, içtikçe yavaş yavaş da olsa zehirlemesin yeter dedim.
Çocukluğumda musluklardan akan şehir suyunu daha çok yemeklerde, çayda kullanırdık. İçeceğimiz suyu kaynaktan geldiği bilinen sokak çeşmelerinden -ki o görev çoğu zaman bana düşerdi- veya belli bir taşıma ücreti ödenen sakalardan alırdık.
Yıllar sonra Akira Kurosawa’nın gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan “Dersu Uzala” filminde, Uzala’nın şehirde suya para verilmesine, suya para ödeyen evin hanımına ve getiren sakaya kızdığı sahneyi izlediğimde ne hissettiğini çok iyi anlamıştım.
Nisan başında vaka sayısı 20 binin üstüne çıkmış ve can kaybı da 80’e yaklaşmıştı.
Hasta olma kaygısı, ölüm korkusu, en cesaretli ya da kaderci olanımızı bile evde kalmaya ikna etti. Haziran ayından itibaren de vefat sayısı 20’lerin altına düşünce hayatlarımız biraz olsun normale dönmüş, restoranlar açılmış, seyahatler başlamıştı. Ancak mutluluğumuz, biraz da kendimizi kaptırdığımız rehavetle kısa sürdü.
Tam her şey yoluna giriyor derken kasım sonunda vaka sayısının 500 bini bulması, kayıpların 200’e yaklaşmasıyla kısıtlamalar, kapanmalar tekrar gündeme geldi.
Mart başında hayat normale dönüyor derken, maalesef pandemi bir yılı geride bıraktığında tekrar başa döndük.
Toplam vaka sayısı 3 milyon 357 bine yükseldi, günlük ölümler ise 176’ya ulaştı.
Bu bir yıl içinde değişen ve dönüşen yaşamlarımıza, en çok zorda kalan, en çok kan kaybeden hizmet sektörüne, restoran ve otellere ilişkin ortalama her ay bir yazı kaleme almışım.
Bazen söylenecek ne kaldı diyorum... Ramazan süresince tüm restoranların sadece paket servisi vermeleri kararı sonrası arkadaşlarımızla önceden planlanmış bir yemeğe gittiğim Sunset’te Barış Tansever’le konuştuk.
Fermantasyon yöntemiyle peynirler, sütler hatta yumurta beyazı yapılıyor.
Laboratuvar ortamında üretilen ballar yiyecek, içecek ve kozmetik sanayisinde de kullanılıyor. Tavuk ve hamburger satan fast food zincirlerinin yanı sıra marketlerde de çıkış noktasında ‘fake’ (taklit) şimdilerde ise ‘plant base’ (bitkisel bazlı) olarak adlandırılan çeşitlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Ancak ‘artificial meat’ yani alternatif yapay protein son dönemde sıkça vurgulandığı gibi dünyanın geleceğini belki kurtarabilir ama insan sağlığına zarar verip vermediğini doğrusu bilmiyorum.
Bir yanıyla karbon salınımının azalması söz konusu diğer yanıyla insan sağlığı. Çünkü nihayetinde laboratuvar ortamında yaratılan bir yiyecek söz konusu olan.
Vegan ya da vejetaryen olsaydın ne yapardın derseniz gerçek baklagillerle, tahıllarla, kök ve yeşil sebzelerle yapılan yemekleri tercih ederdim, sağlıklı karışımlar yaparak yaşamımı sürdürmeye çalışırdım gibi geliyor.
Etsiz olduğu anlaşılmayan çiğ köfte, mercimekli, etsiz içli köfte, humus, nohut, mercimek, patates köftesi gibi yemek çeşitlerimiz varken yapay gıdaya ihtiyaç duymayabilirdim.
İşin doğrusu aklım gerçekten karışık. Bir yandan doğal beslenme, sağlıklı yaşam, iyi temiz adil gıda derken öte yandan da her geçen gün çeşitlenen yapay ürünler. Üzerinde çok durulması, düşünülmesi ve araştırmalar yapılması gerekli konular.
Yiyecek sanayisine de ilginç gelen bu pazar büyüyecek belli ki.
Geçen hafta bu süreçte büyük bir atılım gerçekleştiren GetirYemek CEO’su Batuhan Gültakan ile Zoom üstünden buluştuk, bu yeni dağıtım pazarını ve iş yapış şekillerini konuştuk.
Gültakan, “Biliyorsunuz pandeminin en çok sekteye uğrattığı sektörlerin başında yeme–içme sektörü vardı. Mart ayında ilk dalgadan sonra restoranların yüzde 15’i açılamadı. Biz de hemen restoranlara destek için harekete geçtik. 10 Aralık’ta ikinci dalgayla birlikte siparişlerdeki yönlendirme hizmeti komisyonunu ocak ayı sonuna kadar kaldırdık” diyor.
Yine bu süreçte restoranların sıkıntılarını ve beklentilerini göz önüne alarak satışlarının bedelini 45 güne dek vadeli değil, ertesi gün öğlene dek hesaplarına göndermeye başlamışlar.
Aldıkları komisyonu ise sadece yüzde 10 olarak sabitlemişler.
Şu anda 300 kişilik ekip ve 30 bine yakın üye restoranla çalışmalarını sürdürüyorlarmış. Ocak sonunda 81 ilde hizmet vermeye başlamışlar.
Hem gidilen hem de gelinen yerin mutfağı zenginleşir, çeşitlenir.
Bu göçlerle şekillenen dünyanın yüzyıllardır kaderidir, belki de en büyük zenginliği ve gücüdür.
Geçen hafta içinde Kaz Dağları’nın en güzel köylerinden biri olan, tarihi göçlerle şekillenen Adatepe’de her nefes alışımda yaşadığımı hissettiren temiz havasını solurken bunları düşündüm. Ve Adatepe’de unutulmazlarım arasına giren iki gün geçirdim.
Hüzünlü bir geçmişi olsa da Adatepe insana huzur veren bir köy. Sade, sakin ve bozulmayan tarihi yapısıyla özellikle çekici. Yamacında zeytinlikler, tepelerinde çamlar, ufkunda da Ege var.
Köyün yeni yerleşikleri büyük ölçüde havasına, suyuna, mimarisine, manzarasına vurulup şehirden göçüp gelenler. Kimi aldığı evi restore edip köye taşınmış, kimi de butik otele çevirmiş.
İlk kez altı yıl önce açıldığında gittiğim İda Blue da yeşillikler arasındaki restore edilmiş taş evleriyle, abartısız geçmişe saygılı dekorasyonuyla ve sükûn veren anlayışıyla köydeki az sayıdaki butik otellerden biri.
Köyü ilk keşfedenlerden Bankacı
Alınan kararların ardından Barış Tansever, Cem Mirap, Maksut Aşkar, Mehmet Gürs, Kaya Demirer, Yücel Özalp, Tayfun Topal ve Teoman Hünal gibi sektörün temsilcileriyle, işletmecilerle, şeflerle konuştum.
Ülke genelinde sektörün tümü düşünüldüğünde hepsi kararı destekliyor.
Ancak sadece akşam servisi olan fine dining mekanlar bir süre daha hizmet veremeyecek gibi görünüyor.
Eğer açık kalma saatleri biraz daha uzun olabilseydi, kapanış 19.00 yerine 20.00 olsaydı bu tarz yerler açılmayı göze alabilirdi.
Ortak beklenti ise tam normalleşme olana dek kısa çalışma ödeneğinin devam etmesi.
Bir diğer beklenti de Turizm Belgeli ve Güvenli Turizm Sertifikası alan ‘fine dining’ restoranlara ayrıcalık tanınması, açık kalış saatlerinin uzatılması. Nisan ayında gelecek turist sayısında da artış bekleniyor.
Ama her şeyden önce özellikle dar alanlarda hizmet veren esnaf lokantası, kafe gibi yerlerin çok sıkı bir şekilde denetlenmesi gerekiyor.