Paylaş
Bu özelliği gelişmiş insanların çok daha kolay iletişim kurdukları söyleniyor.
Daha da önemlisi, zor durumda olanları anlayabilenler, kendisini onların yerine koyabilenler daha iyi bir insan olabiliyor. Ancak gelişmesi kolay değil. Bazen trajik bir karşılaşma, bazen de bireysel deneyim gerektiriyor. En zoru da açlığı anlamak, kendimizi aç birinin yerine koymak.
Özellikle obezite ve israfın her geçen gün arttığı, birey benliğinin ön plana çıktığı, varoluşun acımasız rekabete indirgendiği sanayi toplumlarında açlık empatisi imkansıza yakın.
Ama neyse ki Ramazan bize bu duyguyu bir ölçüde yaşatıyor.
Aç olan insanlarla yiyeceğimizi paylaşmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Her zaman ve herkes olmasa, tam olarak empati kuramasak da yiyeceğimizi paylaşıyoruz.
Ramazan kolileri, salgın olmadığı zamanlarda kurulan iftar sofraları ve daha pek çok şey birbirimizi anladığımıza, az da olsa kendimizi başkalarının yerine koyabildiğimize işaret ediyor. Bıraktığımız empati açığını da yardım dernekleri, devletin ve yerel yönetimlerin kurduğu sosyal dayanışma ağları kapatıyor.
Bazıları da göremediğimiz, hissedemediğimiz küresel açlığa dikkatimizi çekiyor. Bizden çok daha kötü durumda olanların varlığını, dolayısıyla da insanlığımızı bize anımsatıyor...
YEMEĞİNİ PAYLAŞ
Ortaya gönüllü destekçilerin katkılarıyla inisiyatif olarak kurduğu, bugün milyonlarca insanı doyuran, 2020 Nobel Barış Ödülü’nü alan Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) tarafından yönetilen ‘Share The Meal’ (Yemeğini Paylaş) gibi oluşumlar çıkabiliyor.
‘Share The Meal’ dünyadaki global açlığa destek olmak amacıyla Sebastian Stricker ve Bernhard Kowatsch’ın kurguladığı, akıllı telefonlara indirilen bir uygulama. 2015 yılında Berlin’de hayata geçirilmiş.
Günde 6.5 lira ya da ayda 192 lira vererek Suriye’den Irak’a, Uganda’dan Yemen’e açlıkla boğuşan çocukların doymasını sağlayabiliyorsunuz.
Hatta yaptığınız yardımların hangi ülkede hangi aileye ulaştığı bilgisi de size iletiliyor.
Unutmayalım ki, dünyada hâlâ 700 milyona yakın insan açlık çekiyor.
55 ülkede 133 milyon kişi güvenli gıdaya ulaşamıyor.
Her nerede olursa olsun muhtaç olanlara olanaklarımız ölçüsünde destek olmak hepimizin sorumluluğu. Bu ülke de bu dünya da bizim.
Biliyorum, diyeceksiniz ki açlığı anlamanın, çözüm yolları üretmenin yolu empatiden çok eşitlikten, sömürünün sona ermesinden geçiyor.
Haklı da olabilirsiniz ama o gerçekleşene kadar empati kurmamızda, yardımda bulunmamızda bir beis yok...
Dördüncü kuşakla devam eden gelenek
Zeytin ve zeytinyağı üreticiliği öyle bir şey ki yeni bir marka olsa bile zeytin ağacının kökleri gibi mutlaka geçmişle bir şekilde bağı oluyor. Ahmet Çakıroğlu’nun da 2007’de Birgi’de kurduğu Eka Zeytinyağları ve Pirgion markasının ardında da böyle bir öykü var.
Çakıroğlu ailesinin büyük büyük dedeleri Ödemiş ve Birgi’nin ilk zeytinyağı üreticilerindenmiş. Ancak üretim tesisleri zaman içinde el değiştirmiş. Şimdi dördüncü kuşak Ahmet Bey oğlu Kerem’le geleneği yeni kurdukları fabrikada sürdürüyorlar.
Üretime başladıktan 10 yıl sonra soğuk sıkım yöntemini kullanarak ürettikleri, kalitesine güvendikleri ürünleriyle Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi’nin Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’nin himayesinde organize ettiği IOC-UZZK Türkiye Kaliteli Zeytinyağı Yarışması’na katılıp altın madalya almışlar.
2017’den bu yana ara vermeden aynı yarışmaya katılıyor, Memecik, Çekişte, Domat cins zeytinlerden ürettikleri yağlarıyla ‘Olgun Meyvemsilik’ kategorisinde madalya almaya devam ediyorlar.
İlk kez denediğim, bu yılın ürünü erken hasat kalamata ve çekişte harmanı zeytinyağı hem tadı hem de aromalarıyla damakta unutulmaz bir tat bırakıyor.
Şişelere taktıkları Pirgeli kadınların üretimi iğne oyaları da ayrı bir incelik. Ben onları yazın kolye olarak kullanmayı planlıyorum...
Ramazanın olmazsa olmazı
Çocukluğumun ramazanlarından en çok aklımda kalan iki tat var ki onlar aslında yaşamım boyunca en sevdiğim yiyecekler arasında yerini aldı.
Biri pide, diğeri de güllaç.
Ramazan bittiğinde ikisini de unutmam, güllaç yufkalarını saklar, canım istedikçe yaparım. İyi bir pide yapmayı da geçen yıl pandeminin ilk Ramazanında geliştirdim.
Türk mutfağına özgü olduğu düşünülen güllacın geçmişi 15. yüzyıla dek uzanıyor.
O dönemdeki adıyla ‘güllü aş’ ilk kez Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlunun sünnet düğününde misafirlere ikram olarak karşımıza çıkıyor.
Nişasta, un ve su birlikteliğiyle oluşan, içinde hiçbir katkı maddesi bulunmayan kıvamlı güllaç hamuru büyük tavalara dökülerek pişiriliyor.
İnce bir dantel görünümündeki yufkalar kurutulduktan sonra paketleniyor.
Güllaçtan söz edip de onunla özdeşleşen 140 yıllık bir “markadan”, Saffet Abdullah’tan söz etmemek olmaz.
Osmanlı Sarayı’nın özel güllaç dökmecilerinden Kırımlı Abdullah Efendi tarafından 1881 yılında başlayan üretim bugün ailenin dördüncü kuşağı Erdal ve Gürsel Arseven tarafından sürdürülüyor.
Güllaç sadece yılın bir ayı raflara çıkıyor ve tatlı olarak tüketiliyor. Ben bugün size annemden öğrendiğim, rengini kararttığı için arasına ceviz yerine badem koyduğum, biraz da şeker oranını azalttığım bir güllaç tarifi vermek istiyorum...
Güllaç tarifi
MALZEMELER
· 6 güllaç yaprağı
· 1 litre süt
· 250 gram şeker
· 150 gram çekilmiş ya da file badem
· 1 çorba kaşığı gül suyu
· 1 çay kaşığı vanilya
· 1 tane ayıklanmış nar
· 1 çorba kaşığı Antep fıstığı
YAPILIŞI
Süt ve şeker kaynatılır. Ilıdıktan sonra vanilya ve gül suyu ilave edilir. Orta boy bir tepsi ya da cam kaba konan her bir güllaç yaprağı bu karışımla ıslatılır. Yufkaların arasına file badem konur. En üstüne kalan süt ilave edildikten sonra buzdolabında bir saate yakın dinlendirilir. Ardından üstüne nar taneleri ve kavrulmamış Antep fıstığı serpilir.
Paylaş