Geçen hafta 65’inci Verem Savaşı Eğitim ve Propaganda Haftası’ydı, bunu vesile sayıp Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun’un veremle ilgili verdiği bilgileri paylaşmakta fayda var. Verem tıbbi adıyla tüberküloz, “11 Mycobacterium tuberculosis” adı verilen basilin yaptığı, solunum yoluyla bulaşan bir hastalık.
AFRİKA, GÜNEYDOĞU ASYA’YA DİKKAT
Aslında rakamlara bakınca neden halk sağlığı soru olduğunu anlamak güç değil. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri (2 milyar kişi) tüberküloz mikrobuyla enfekte. Yani bunların yüzde 10’unun yaşamlarının bir döneminde vereme yakalanma ihtimali bulunuyor. Nitekim her yıl dünyada yaklaşık 9 milyon kişi vereme yakalanıyor. 2010 yılında 1,5 milyon kişinin bu hastalıktan öldüğü belirtiliyor. Dünya genelinde tüberküloz sıklığının ve buna bağlı ölümlerin en yüksek olduğu bölgeler Afrika ve Güney Doğu Asya bölgeleri.
Türkiye verilerine gelince, 2010’da verem savaşı dispanserlerine kayıtlı toplam tüberküloz vaka sayısı 16 bin 551, yeni vaka sayısı ise 15 bin 183. Hastaların yaklaşık yüzde 65’inde akciğer tüberkülozu varken, yüzde 35’inde akciğer dışındaki organlarda (lenf bezleri, kemik, böbrek, beyin) tutulma görülüyor.
ÖKSÜRÜK 2 HAFTADAN UZUN SÜRERSE RİSKLİ
Veremli hasta konuşurken, gülerken, öksürürken hastalık yapan basilleri havaya yayıyor. Bu mikroplar uzun süre havada asılı kalıyor ve sağlıklı bireyler tarafından solunduğunda, hastalık kolayca bulaşıyor. Hastalık, sinsi ve yavaş ilerliyor. Verem hastalığının genel belirtileri arasında; halsizlik, iştahsızlık, kilo kaybı, ateş, gece terlemesi, çocuklarda kilo alamama bulunuyor. Akciğer tüberkülozunda, öksürük, balgam, öksürükle kan tükürme, göğüs-sırt-yan ağrısı, nefes darlığı şikâyetleri de var. İki-üç haftadan uzun süren öksürüğün olması durumunda veremden şüphelenmek gerekir. Bu yakınmaların başka bir çok hastalıkta da rastlanılabilmesi nedeniyle, bu tür şikayetleri olanların aile hekimlerine ya da en yakın verem savaşı dispanserine müracaat etmesi gerekiyor.
Akciğer dışı organ tüberkülozlarında, hastalığa tutulan organla ilişkili yakınmalar bulunabilir. Örneğin idrarla ilgili şikayetler (kırmızı idrar yapma, idrar yaparken yanma), boyunda lenf bezelerinin büyümesi gibi.
İYİ HİSSEDİNCE TEDAVİYİ BIRAKMAYIN
Hemen her gün meme kanseri olan birini duyuyoruz. Meme kanseri özellikle erken evrede yakalanmışsa, beş yıllık sağ kalım oranları yüzde 90’lara kadar çıkıyor. Ancak tedavide kullanılan yüksek doz kemoterapi, kanser hücreleriyle birlikte, sağlıklı yumurta hücrelerini de etkiliyor. Bazı tedavi programları kadınların yüzde 70-90’ında menopoza yol açıyor. Ya da en azından yumurtalıklardaki yumurta sayısını belirgin derecede azaltıyor.
Dolayısıyla doğum yapmayı planlayan kadınların tedaviden önce önlem alması gerek. Acıbadem Maslak Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Prof. Dr. Tansu Küçük’e göre, ameliyattan sonra kemoterapi başlayana kadar geçmesi gereken altı haftalık sürede, isteyen hastalar doğurganlığını koruma altına alabiliyor. Son beş yılda hızla gelişen bu yeni anlayışa ‘doğurganlığın korunması’ deniyor.
ÜÇ SEÇENEK VAR
Bu durumdaki kadınlar için tıp üç seçenek sunuyor: Embriyo, yumurta veya yumurtalık dokusu dondurma. Küçük, “Eğer hasta evliyse tüp bebek tedavisi yapılıyor. Elde edilen yumurtalar dölleniyor ve oluşan embriyolar dondurularak saklanıyor” diyor. Bu saklama süresi, yönetmeliğe göre beş yıl veya gerektiği hallerde daha uzun olabiliyor. Kemoterapiden önceki altı hafta bu tedaviyi yapmak için yeterli. Ancak, östrojen reseptörü pozitif meme tümörlü hastalarda östrojen hormonunun yükselmesi istenmiyor. Bunlarda yumurtaları uyarıcı tedavi alışıldık tüp bebek ilaçlarıyla yapılmıyor. Özel ilaçlar kullanılarak, tedavinin kanser hızlandırıcı etkisinden kaçılıyor.
Evli olmayan hastalardaysa yakın zamana kadar umut bağlamaya değecek bir seçenek yoktu. Eskiden beri kullanılan yavaş dondurma yöntemiyle dondurulan her 100 yumurtadan sadece beşinden bebek doğabiliyordu. Ancak son iki yıldaki gelişmelerle yumurta hücresi camlaştırma (vitrifikasyon) tekniğiyle dondurulup, zamanı gelince çözdürüldüğünde yüzde 95’e varan oranda canlı hücre elde edilebilir oldu. Küçük, “Böylece gebelik ve doğum oranı taze kullanılan yumurtalardaki başarıya eşitlendi. Artık istendiği sürece sağlıklı şekilde saklanabiliyor. Tedavi bitip çözüldüğünde normal ve canlı bebek doğumu sağlayabiliyor” diyor.
YUMURTALIK DOKUSU DONDURMA
Zamanı olmayan veya çeşitli sebeplerle tüp bebek ya da yumurta dondurulamayan hastalar ve 34 yaşından daha genç, yani yumurta rezervi yüksek olanlar için bir seçenek daha var: Yumurtalıkların dondurulması. Bunun için laparoskopi (kapalı ameliyat) yapılarak iki yumurtalıktan sadece biri ya da onun da yarısı vücut dışına çıkartıyor. İstenmeyen dokular temizlenerek ayrılıyor. Kalan yumurtalık dokusu küçük, ince şeritler halinde kesiliyor. Dondurma tüplerine 2-3 şerit konarak yavaş dondurma tekniğiyle donduruluyor. Bu dokular da yıllarca saklanabilir. Zamanı geldiğinde istenen sayıda tüp azot tankından çıkarılarak çözülüyor. Küçük, “Meme kanseri tedavisi sonrasında menopoza giren hastalarda bu şeritlerden bir veya birkaçı vücutta kalan yumurtalığın üstüne yama şeklinde dikiliyor. Bir-iki ay içinde hasta tekrar adet görmeye ve yumurtlamaya başlayarak doğal yollardan gebe kalıyor. Yama yapılan her bir yumurtalık dokusu parçası bir buçuk-iki yıl boyunca aktivitesini sürdürüyor. Dondurulan dokular tükeninceye kadar hastanın menopozu ertelenmiş oluyor. Bu dokuların orijinal yerine dikilmesinin uygun olmadığı durumlarda kol derisi altına da konabiliyor, bir sivilce gibi büyüyor ve küçük bir iğneyle toplanabiliyor. Bu yumurta spermle döllenip embriyo oluşturuluyor ve tüp bebekte olduğu gibi rahme yerleştiriliyor” diyor.
UZUN LAFIN KISASI
Prof. Dr. Akan’ın kahve aşkı tıp fakültesi yıllarında başladı. 1980 öncesinde, ortalık karışıktı. Derslere gidemiyor ama sınav dönemlerinde arkadaşlarıyla bir hafta boyunca gece-gündüz ders çalışıyordu. Mümkün olduğu kadar uykudan tasarruf etmek gerekiyordu, bu yüzden çok kahve içiyorlardı. Sadece Türk kahvesi vardı. Ama ocak başında durmak, pişmesini beklemek uzun sürüyordu ve hiç pratik değildi. Yurtdışına gidenlerden ısmarlanan, Amerikan pazarlarından ya da kaçak alınan hazır kahveler imdada yetişiyordu.
Beşinci sınıftayken değişim programıyla İtalya’ya giden Akan, buradaki kahve kültüründen etkilendi. Hemen her sokakta bir kafe vardı. Yavaş yavaş farklı pişirme yöntemleriyle ilgilenmeye başladı. “Hekim olmam nedeniyle bu ilişki sürecinde kafamı hep ‘Acaba sağlık açısından yanlış bir şey mi yapıyorum?’ sorusu kurcalıyordu. Konunun her yönünü araştırmaya başladım. Uzun yıllar boyunca kahve ve kafeinle ilgili yayınlanmış tıbbi bilgileri izledim. Bu kitabın yazılış nedeni de kahveyle ilgili doğruların bilinmesini sağlamak. Kahveyi yüceltme kitabı değil. Derdim kahvenin hem iyi hem de kötü taraflarını sunmak. Kahve fanatiği olduğum halde, bilimsel tarafsızlıktan sapmamaya çalıştım” diyor.
Akan, kahveyle ilgili damak tadını geliştirirken kahve makinelerinde, farklı kahveler yapmayı denedi. 2000’li yılların başında www.kahve.gen.tr’ı kurdu. Yetinmedi; kahveyle yapılan binlerce araştırma, makale, yayını inceledi. Değerlendirdi. Kahve ve Sağlık kitabında paylaştı.
KAHVENİN KANITLANMIŞ BİRKAÇ ETKİSİ
- UYKUYU KAÇIRMIYOR AMA GEÇİŞİ ZORLAŞTIRIYOR: Kafein kahve çekirdeğinin gerek miktar gerekse etki açısından en önemli bileşeni olsa da, içinde onlarca çeşit farklı kimyasal madde var. Baştta çeşitli yağ, karbonhidrat, protein ve antioksidanlar geliyor. Bunlar kahvenin tadı, kokusu ve fiziksel özelliklerini etkilese de, etkisini asıl belirleyen kafein. Kahve içmenin uykuyu kaçırdığı en bilinen etkilerinden. Ancak çok fazla kanıt yok. Genelde kabul edilen, kafein almanın uykuya geçme süresini geciktirdiği ve uyku süresini kısalttığı.
- ERKEN BUNAMAYI ÖNLÜYOR: Çalışmalara göre kafein uyaranları algılamada, hedef belirlemede, işlenen bilgi miktarını artırmada olumlu etkilere sahip. Üç fincan ve üzerinde kahve içen erkeklerde zihinsel işlevlerin daha iyi olduğu belirlendi. Yine kafeinin alzheimer gibi erken bunamaya yol açan hastalıkları azaltabileceği öngörülüyor. Üç fincandan fazla kahve ya da eşdeğeri çay içen kadınlar, hafıza testlerinde bir ve daha az kahve içenlere göre daha başarılı.
Cilt hastalıkları uzmanı Dr. Ferihan Bilgin cildin su kaybının kış aylarında daha fazla olduğunu hatırlatıyor. Soğuk yüzeysel kan dolaşımı etkiliyor. Damarlar büzülüyor, dolaşım yavaşlıyor, buna bağlı olarak cilt üzerinde koruyucu tabaka oluşturan sebium üretimi ile hücreleri birbirine bağlayan seramidler azalıyor. Cildin koruma görevi zarar görüyor. Su kaybına uğruyor.
Aslında kişi cildindeki değişimlerin farkına varır. Çünkü cildinde hassaslık, kızarma, nedensiz yanma hissi duyar. Hatta pullanmalar, çatlamalar oluşabilir. Bu koşullardan yüz, eller gibi açıkta olan yerler ilk önce etkilenir. Dr. Bilgin, “Sağlıklı bireyde bunlar görülürken cildin zaten hassas olduğu bazı durumlarda şiddetlenmeler olur. Seboreik dermatit dediğimiz rahatsızlıkta kızarmalar, pullanmalar şiddetlenir. Atopik dermatit dediğimiz durumda kaşıntılar çok şiddetli olabilir, uygunsuz giysi, ayakkabı kullanımı sonucu mantar hastalıkları aktif hale gelebilir” diyor.
YAŞLILARDA KURULUK DAHA FAZLA
Kadın, erkek her yaş grubunun cildi kıştan benzer şekilde etkileniyor. Ama yaşlılarda kuruluk daha fazla olduğu için su kaybının artmasıyla kaşıntı, soyulma ve çatlamalar daha belirgin yaşanıyor.
Cildi kuruluktan kurtarmak için:
* Yüzünüzü ve ellerinizi sabah akşam (akşam daha yoğun) nemlendirin.
* Makyaj temizlerken alkolsüz bir temizleyici kullanın. Her zamankinden daha yoğun, daha zengin bir krem kullanın.
Üreme çağındaki çiftlerin yüzde 10-15’i istedikleri halde çocuk sahibi olmakta güçlük çekiyor. Mevcut tüp bebek yöntemleri yardımcı ancak henüz tüm ailelerin kucağına bebek veremiyor. Bilim dünyasının yeni ümitlerinden biri de kök hücre tedavileri. Antalya’daki 3. Üreme Tıbbı Derneği Kongresi’nde de bu konu gündemdeydi. Üreme Tıbbı Derneği Başkanı Prof. Dr. Recai Pabuçcu, özellikle fareler üzerinde yapılan deneysel çalışmaların, kök hücre tedavisinin erkek kısırlığına (infertilite) çözüm olacağı yönünde sinyaller verdiğini söyledi. Erkeğin üreme hücresi olan spermler testiste doğrudan üretilmiyor. Üretimi oldukça uzun ve karmaşık bir süreç. Bu araştırmaları daha iyi anlabilmek için basitçe spermin, kök hücresiyle başlayan hikayesini anlatmakla başlayayım:
Spermlerin kök hücreleri testislerde bulunan 46 kromozomlu spermatogoniumlar. Bunlar spermle döllenmiş yumurtanın (embriyonel) gelişimin ilk ayında oluşuyor ve çocuk doğduktan sonra da çoğalıyor. Doğumdan sonra ‘birincil spermatosit’ adını alan hücreler, ergenlik döneminde ilk bölünmeyi tamamlayarak 23 kromozomlu ‘ikincil spermatosit’e dönüşüyor. İkinci bölünmede ‘spermatitler’ oluşuyor. Ve nihayet hücre farklılaşması gerçekleşerek, bildiğimiz olgun spermler oluşuyor.
NORMAL ÇOĞALABİLİYORLAR
Bilim dünyasının üzerinde durduğu kök hücreler spermatogoniumlar. Prof. Dr. Papuçcu, spermatogoniumların çoğalmasındaki sorunun aslında hücrenin kendisinde olmayıp, bunları destekleyen hücrelere ait olduğunu söylüyor. Destek hücreleri genetik olarak bozuk hayvanlara ait üreme kapasiteleri olmayan spermatogoniumların, sağlıklı hayvanlara nakledilmeleri halinde normal çoğalmayı başarabildikleri görüldü. Hatta bunlardan yavru bile doğabildiği gösterildi” diyor.
Bu çok önemli bir sonuç. Çünkü ilk kez kısır bir canlıda, önceden çoğalmasının mümkün olmadığına inanılan hücrelerin çoğalabilecekleri ve yavru yapabileceği gösterildi. Spermatogoniumların uygun şartlar sağlandığında daha ileri farklılaşma gösterme (yani spermatosit ve spermatozoa dönüşebilmesi) yeteneğinin keşfi çok önemli bir aşama.
POLİTİKA KÖSTEK OLUYOR
Son zamanlarda bilim adamları yeni bir haber daha verdi. Testislerden de spermatogonium elde edilebildi. Ve anlaşıldı ki bu hücreler embriyonun üç tabakasını da oluşturacak şekilde farklılaşabilme kapasitesine sahip. Embriyonik kök hücrelerle yapılan çalışmalar hala tartışılıyor. Türkiye dahil pek çok ülkede yasak. Ancak yukarıda sözettiğim iki yeni gelişme etik açıdan daha kabul edilebilir yöntemler olacak.
KİLOSUNUN YARISINI VERDİ
Doğru beslenmeyi öğrenerek 130 kilodan, 65 kiloya düşen Özlem Özata (33) tam üç yıldır kilo almamayı başardı. Eğer diyet yaptıysanız bu sürenin aslında ne kadar kritik olduğunu fark etmeniz zor değil. Eski giysileri ve fotoğraflarını gösteren Özata’nın yeni yemek düzeni evdeki hemen herkese yaramış. Erkek kardeşi de 145 kilodan 90 kiloya inmiş. Görenler diyet yaparak zayıfladığına inanmıyor. Midesini küçültüp küçültmediğini soruyor. “Kilo verirken, bana uygun olan, doğru beslenmeyi öğrendim. Sabahın ilk saatlerinden itibaren yatana kadar çay, su niyetine kolalı, asitli içecekleri içerdim. Sofraya yemeklerden önce kola gelirdi. Benim en büyük sırrım doğru beslenmeyi öğrenmemin yanında koladan ve hamur işlerinden tamamen uzak kalmak. Ve tabii ki her gün en az bir saat
spor yapmak” diyor.
10 BEDEN ZAYIFLADI
Gül Yıldırım (47) defalarca kilo vermeye çalıştı. Her seferinde zayıflasa da kat kat fazlasını geri aldı. Son olarak gittiği uzmanın anlattıklarından doğru bildiği pek çok şeyin aslında yanlış olduğunu öğrendi. İlk iş akşam oturmalarının klasik eşlikçisi kola, kuruyemiş, dondurmadan uzaklaştı. Besin gruplarını tanıdı ve nasıl tüketmesi gerektiğini kavradı. İki yılda o da Özata gibi neredeyse kilosunun yarısını kaybetti. 106 kilodan, 61’e düştü. Başka bir deyiyle 58 bedenden, 40 bedene indi. Yıldırım 2007’de verdiği kiloları geri almamak için sağlıklı beslemekle yetinmiyor. Her gün mutlaka spor yapıyor. Bazen salona gidiyor, bazen yürüyor veya bisiklete biniyor. Yıldırım, “Soyunma kabinlerinde çok ağlamıştım. Yıllarca alışverişe çıkıp, tek bir çöp alamadan geri dönmekten bıkmıştım. Erkek reyonlarından dahi bedenime uygun giysi bulamıyordum. Kilo vermek beni özgürleştirdi” diyor.
ALIŞKANLIKLAR DEĞİŞTİ
Nurhan Elbe (53), beslenme uzmanına gidince beslenme konusundaki bütün doğrularının aslında ‘eğri’ oluduğunu anladı. Yeniden beslenmeyi öğrendi.