Ayşe ve Zeynep’in kendileriyle ilgili ilk hatırladıkları sık sık hasta olmaları ve bol bol ilaç... Çünkü her ikisi de astımdı. Çocuk göğüs hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Elif Dağlı, ailelerine yüzme sporuna başlatmalarını önerdi. Aile öneriye kulak verdi, ikizler Fenerbahçe’de kursiyer olarak yüzmeye başladı. Yüzerken hastalıklarıyla ilgili hiçbir sorun yaşamadılar. Düzenli tedavi ve disiplinli sporun ödülü gecikmeden geldi. Kulübe alındılar, artık günde iki kez sabah ve akşam olmak üzere antrenman yapıyorlardı. Milli takımda yüzmeye başladılar. Fenerbahçe’den sonra Enka Spor’un lisanslı yüzücüsü oldular. 300’ün üzerinde ulusal ve uluslararası yarışmaya katıldılar. Ayşe, farklı turnuva ve şampiyonalarda sırtüstü ve serbestte 17, Zeynep kelebek ve serbestte dört Türkiye rekoru kırdı.
Yüzme farklı kapılar da açtı. bir şampiyonada aldıkları teklifle ABD Teksas’da St. Stephen’s School’a gittiler. Hem lisenin okul takımında hem de ülkenin en iyi kulüplerinden Longhorn Aquatics’de yüzdüler. Zeynep kulübünü Amerika şampiyonasında temsil etti. Okul takımları ilk kez, üst üste iki kere ikinci oldu. Halen Frankin and Marshaall College’ye devam eden ikizlerin okul yüzme takımı, geçen yıl liginde birinci oldu. İkizler eğitimlerine ve yüzmeye de devam ediyor.
AKCİĞERLERİ NORMALDEN DE İYİ
AYŞE ERGİN: Yüzme çok iyi geldi. Başladıktan beş-altı sene sonra 75 metre dipten nefessiz gidebilecek hale geldim. Hâlâ akciğer fonksiyonum normalden daha iyi seviyede.
ZEYNEP ERGİN: Yüzmenin bize inanılmaz yararı oldu. Bağışıklık sistemimizi güçlendirdi. 10 yıldır hiçbir sorun yaşamıyoruz.
BABA ÖNDER ERGİN: Aklımızdan yüzme hiçbir zaman geçmemişti. Biz tam tersine onları hareketsiz tutmayı, dışarıya çıkarmamayı tercih ediyor, aman bir şey olmasın diye sıkı sıkı sarıp sarmalıyorduk. Astım tedavisine erken başlandığı, düzenli sürdürüldüğü ve spor yaptıkları için akciğerlerinde ciddi bir risk gelişmedi. Asıl düzelmeyiyse yüzmeyle gördük. Yüzmeye de büyük emek verip çalıştılar. Faydasını da çok gördüler.
Olimpiyatta altın kazanan var
Babalara da doğum çantası
PSİKOLOG CEYDA EKE (İNDA ÇÖZÜM ODAKLI DAN. VE EĞİTİM MERK.)
Babaların çocuklarıyla bire bir ilgilenmeleriyle çocuklarda görülebilecek kaygı, depresyon, somatik sorunlar, dikkat sorunu, asosyallik, agresif veya yıkıcı davranışlar arasında ters orantı var. Yani baba ne kadar çok ilgileniyorsa çocuğun benlik gelişimi o kadar iyi. Hem kız hem de erkek çocuklarının babaya ve onun onayına/desteğine ihtiyacı var. Oyun oynamaktan korkmayan, çabalayan babalar; okumak, sormak, öğrenmek, zaman ayırmak ve uygulamak için efor sarf ediyor. Kültürel norm ve sınırlamalara itiraz edip, çocukları için iyi bir şeyler yapmak istediklerinde desteğe ihtiyaç duyabilirler. Hamilelikten itibaren başlayan sürece, babaların da ‘eşlik eden’den öte yapabilecekleriyle ilgili bilgilendirilmeleri de gerek. Eşlerinin bir anne olarak yaşayacakları, emzirme döneminde ‘dışarıda’ hissetmelerinin yavaş yavaş kırılacağını öğrenmek bile bu süreci başlatabilir. Doğum için hastaneye yatarken babaya da bir doğum çantası hazırlamasıyla başlamak fena olmaz! Bebeğini tutmaktan korkmayan, hata yapmamaya çalışmaktansa bunları kabul edip düzeltebilen, oyun oynayan, onun meraklarıyla ilgilenebilen, korkularını-sıkıntılarını dinleyip çözüm üretmeye çalışan, bilmediği şeyleri öğrenmeye çalıştığını gösteren, çocuğu yeni şeyleri öğrenirken yardım edip eşlik edebilenler iyi baba... En önemlisi de sarılmaktan, öpmekten ve yüz göz oluruz korkusuyla çocuklarla eğlenmekten korkmayanlara sağlıklı ve iyi baba diyebiliriz.
Çocukla ikisi de oynamalı
PSİKOLOG HAKAN YÜKSEK
Toplum, baba rolü ve fonksiyonunu farkında olmadan pasifize ediyor. Örneğin, ders kitaplarındaki aile çizimlerinde baba gazete okuyan ve TV izleyen, anne mutfak işlerini yaparken, çocuk mutlu görülür. Dizleri üzerinde çöküp çocuğuyla oynayan bir baba ve anne figürünün resmedildiğine hiç rastlamadım. Oyun, çocuğun ruh dünyasına hitap eden bir faaliyet olarak görünmekle beraber fikir geliştirmek, yorum yapmak, analiz yapmak, sorumluluk üstlenmek, yardımlaşmak ve mücadele etmek için çok güzel bir referans alanı. Ruhsal dünyaya ait tüm bu malzemelerin inşaası için anne kadar babanın da yaş dönemine uygun formatlarda oyuna çok ama çok özen göstermeleri gerek.
Ebeveynin çocuğuna beden diliyle, jest, mimikleriyle ve söylemleriyle verdiği geri bildirimlerin önemi büyük. Olumlu geri bildirimler, çocuk benlik gelişiminin temel yapıtaşları. Bu gerçekleşmediğinde çocuğun ruhsal uyumu bozuluyor. Bu da ilerleyen yaşlarda özgüven problemi, benlik saygısının zayıflaması, iletişi güçlüğü ve hatta patolojik temellere kadar varan geniş bir yelpazede gizli bir sorun kaynağına dönüşüyor. Ne yazık ki bu destekleyici tutum pek de bonkörce sergilenmiyor. Muhtemel sebep, kuşaklar arası aktarımda şimdiki anne-babaların bu tutumlardan nasiplerini alamamaları. Bu bir kader değil!
Soğuğa maruz kalındığında en sık yapılan hatalardan biri alkol almak. Donma tehlikesi geçirenlerin karla ovalanması, sıcak suya sokulması, ateşe iyice yaklaştırılması da diğer büyük hatalar. Malum düşük ısı, şiddetli /soğuk rüzgar, soğuk su ve nem donmaya zemin hazırlayan faktörler. Şiddetli rüzgar ve aşırı soğuğa maruz kalanlarda, hızlı ısı kayıpları çok ciddi sorunlara neden olabilir.
ENERJİNİN YÜZDE 60’I ISINMAYA HARCANIYOR
Aldığımız gıdalar ve kas aktivitesiyle ortaya çıkan ısıyı sabit tutmaya çalışırız. Ancak vücut ısısı bir kaç derece düştüğünde kan damarları kasılır. Vücut üzerindeki kan akımı azalarak, vücuttan ısı kaybını azaltmaya çalışır. Titremeyle vücudun metabolik hızı artırılarak ısı temin edilir.
Soğuk havalarda kişinin vücut yakıtının yüzde 60’ı ısı üretiminde kullanılır. Uzun süre düşük ısılara maruz kalındığında daha çabuk yorulur ve soğuğa maruz kalmış cilt daha çabuk soğur. Bu da soğuğa bağlı hipotermi ve donma olaylarının gelişimini kolaylaştırır.
Donmalar, çok düşük ısılara maruz kalma sonrasında vücudun soğuğu dayanamaması sonucunda dokuların ve kan damarlarının hasarıyla ortaya çıkar. Isıdaki azalma, donmaya neden olan tek faktör değil. Soğuğa maruz kalmanın süresi, nem, rüzgar, giyinme, daha önce var olan hastalıklar da donmada etkili.
ALKOL DONDURUR
Donmayı kolaylaştıran diğer önemli faktörler
Aşağı yukarıaltı-yedi aydır inanılmaz yorgun hissediyordum. Blogumu takip edenler dışarı çıkmak için elime geçen her fırsatı değerlendirdiğimi iyi bilir. Son zamanlarda biriken davetiyelere bakıp, canım sıkılıyor, hele yakın dostlarımdan gelenleri görünce neredeyse ağlayacak gibi oluyordum. Kocam bunu tembelliğime bağlıyordu, bense ağır bir depresyon geçiriyor olmama. Arkasından gece terlemeleri başladı. Bir gece üstümü değiştirirken sol mememde elime geldi. Üstelik oldukça ‘kallavi’ bir şeydi. Umurumda bile olmadı çünkü yağ bezesi olduğundan emindim. Eşim, “Bir yıl önce de aynı yerdeki kitleni gösterdin, yine bu kadar büyüktü” dedi. Beynim onu bilinç altına atmış. Söylediğinde hatırladım.
Hiç mamografi çektirmemiştim. Düzenli jinekoloğa gidiyorum ama başka kontrollerime özen göstermezdim. Jinekologum “40 yaşını bekle, mamografide radyasyon miktarı çok yüksek” dedi hep. Halbuki daha erken yaşta kontrollere yönlendirmesi gerekirdi. Üç çocuk doğurdum, hepsini emzirdim, ailemde meme kanseri kimse yoktu. Kendime moral verdim: Bir senedir kitle orada, kanser olsa şimdiye kadar ölürdüm... Bir hastaneden randevu aldım. Mememi dünya olarak düşünürsek, kitlemiz yaklaşık ‘Avustralya’ boyutlarında olduğundan doktor kolayca bulup kontrol etti.
Ultrason odasına doğru giderken artık başıma en kötüsünün geldiğinden emindim. O Avustralya kitlesi, kanserdi. Doktor, çocuğum olup olmadığını sorduğundaysa, hönküre hönküre ağlamaya başladım. İçimdeki ses net bir şekilde kitlenin kanser olduğunu söylüyordu. Zaten sevgili iç sesim bana ancak “Ameliyat ol, bu kitle kötü, biyopsi yaptır, kanser oldun” falan derdi. Bir kere de “Lotoda şu numaralar çıkacak, efendim bu haftaki maç sonuçları şöyle olacak” falan dediğini duymadık. Biyopsinin kötü çıktığını öğrenince tek bir duygu hissettim: Sonsuz, dipsiz, sınırsız korku! Aklımda aynı cümle dönüp duruyordu: “Ölüyorum... Çocuklarım.. Bebeklerim ne olacak?”
Cuma mamografi, ultrasonografi, biyopsi, salı ameliyat. Dört günde hayatım değişti. Mememin alınması o an benim için hiç önemli değildi. Yeter ki yaşayayım. Tümünü almadılar, sadece tümörler temizlendi. Tanıdan sonra ilk adımım içki ve sigarayı bırakmak oldu. Beslenmenin ne kadar önemli olduğunu, hayatı ne kadar yanlış yaşadığımın farkına vardım. Ciddi bir beslenme değişikliğine girdim. Haftada dört gün yürüyorum. Meditasyon yapıyorum. Biyoenerji desteği alıyorum.
Benim blogum aslında gece ve sosyal hayatla ilgili. Ama bunları da yazmak bana çok iyi geldi. Kanser bu kadar yaygın olmasına rağmen hiç kimse açık açık konuşmuyor. Sanki hasta oldukları için utanıyorlar. Hasta yakınları “Aman kimse duymasın, elalemi sevindirmeyelim” diye tuhaf bir tavır içinde. Kanser, seksten daha da büyük bir tabu. Elalemin grup seks hikayelerini bile kanserli hastanın yaşadıklarından daha fazla okuyoruz.
Nasuh Mahruki (AKUT Başkanı)
MUTLAKA YAPARIM: Vücuduma iyi bakarım, beslemeye, dinlendirmeye, kuvvetlendirmeye dikkat ederim. Spor yaparım.
Düşük sosyo-ekonomik koşullar, seyahat, iç ve dış göçler, artan nüfus, tanı ve tedavide yaşanan zaaflar veremi alt etmemizi zorlaştıran başlıca faktörler... Her üç kişiden biri vereme yol açan basil ile enfekte. Her yıl dünyada 9 milyon, Türkiye’deyse yaklaşık 16 bin kişiye “veremsin” deniyor. Üstelik bunların çoğunluğu 15-35 yaş arasında.
DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) de Türkiye’nin veremle savaşta kat ettiği yoldan ve başarısından hoşnut. DSÖ verem kontrol programlarının başarısını ölçerken iki veriye bakıyor. İlki sıklık. Türkiye’de verem görülme sıklığı yüz binde 25. Bu rakamla DSÖ’nün hedefini tutturuyoruz. İkinci önemli veri, olgu bulma oranı ve tedavi başarısı. Bunlar da sırasıyla yüzde 81 ve yüzde 91 oranında. Yine DSÖ’nün hedefinin üzerinde. Bu rakamlara ulaşmamızda verem dispanserleri ve 2 binin üzerinde sağlık ve diğer personelin payı kuşkusuz çok büyük. Ancak başarısını kanıtlamış bu organizasyonun daha da güçlendirilmesi beklenirken, dönüşüm programına feda ediliyor. Nitekim verem dispanserlerinden ilk yaprak dökümü aile hekimliğine geçişte yaşandı. Veremle mücadelede deneyimli birçok hekim, daha yüksek ücretler nedeniyle aile hekimliğine geçmeyi tercih etti.
TTB (Türk Tabipler Birliği) Tüberküloz Çalışma Grubu’nun hazırladığı Tüberküloz Raporu, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın veremle savaş üzerindeki etkisini ortaya koydu.
VEREMLİLER SAHİPSİZ Mİ
Rapora göre Türkiye’nin DSÖ raporlarındaki başarısı verem savaş dispanserlerini de içeren eski ve güçlü verem kontrol programının ürünü. Ancak özellikle 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sağlık Bakanlığı teşkilatında öngörülen değişikliklerden verem savaş dispanserleri de payını alıyor. Yeni düzenlemeye göre, verem savaş dispanserlerinin konumu ikinci plana itiliyor. Belki de kapatılacak, görevleri toplumu ilgilendiren çok sayıda sorunla aynı anda ilgilenmek zorunda kalacak Toplum Sağlığı Merkezleri’de devredilecek. Hastaların tanı ve takibinde aile hekimlerinin rolüyse hala netleşmedi. Verem Savaş Daire Başkanlığı kaldırılıyor. Verem ayrı bir bütçeden mahrum ediliyor.
Öte yandan 2010 itibariyle Sağlık Bakanlığı’na bağlı göğüs hastalıkları hastanelerinde toplam yatak sayısı 3 bin 809, verem hastası yatak sayısıysa 540. 2000 verilerinde göğüs hastalıkları hastanelerinde toplam yatak sayısı 6 bin 355’ti. Yani yüzde 40 oranında azaldı. Söz konusu çalışma grubundan Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan, “Bu değişim, verem yatak sayısına da fazlasıyla yansıdı. Göğüs hastalıkları çok fazla kazandırmaması nedeniyle feda edilen ilk alan oldu. Sağlığın ticarileşmesiyle sağlık kurumları (kamu kurumları dahil) en çok gelir getirici hastalıklara yönelir. Verem bu hastalıklardan değil. Yeni sistemde verem kontrol programı henüz ortaya konmadı. Küçük bütçelerle gerekli önlemler alınmazsa, sonuçlarını telafi etmek için ABD’de olduğu gibi çok büyük masraflarla karşılaşırız. ABD’de hastaların yarısı ilaçlarını içmediği, yatırılarak takip edilmediği için veremin maliyeti çok arttı. Örneğin New York’ta veremle savaşta 10 milyon dolar harcamak istemediler. Ama bunun sonuçlarını karşılamak için 15 senede 2 milyar dolarlık harcama yapmak zorunda kaldılar” diyor.
İSTANBUL TÜRKİYE ORTALAMASINDAN KÖTÜ
Verem hastalarının yaklaşık üçte biri İstanbul’da. Tüberküloz sıklığı Türkiye ortalamasında daha fazla, yüz binde 44. 2011’de 5 bin 238 yeni hasta tespit edildi. Prof. Dr. Kılıçaslan bunun, kötü sosyo-ekonomik koşullar, iç ve dış göç nedeniyle olduğunu söylüyor. “Afrika, Avrasya ülkelerinden göçle gelenlerde hem HIV pozitif (bunların verem olması daha kolay) hem de ilaca dirençli verem görüyoruz. Hastaları kaçırmamak için kimlik dahi sormadan, tedavi etmeye çalışıyoruz” diyor.
Kayak ve snowboard türü kış sporlarının hepsinde yüksek sakatlanma riski bulunuyor. Kaygan ve eğimli yüzeyde yapılan, büyük denge gerektiren bu sporlarda düşmeler çok sık görülüyor. Bu nedenle de sıklıkla travmaya bağlı sakatlıklar oluşuyor. Kış sporlarında yaralanmaların sık görülmesinin bir başka sebebi ise düzenli spor ve egzersiz yapılmaması. Bütün bir yıl boyunca spor yapmayan kişiler, kışın 1- 2 haftalığına kayak ve snowboard türü sporları yapmaya kalkıyor. Adeleleri hazır olmadığı için de büyük sakatlanmalar ortaya çıkabiliyor.
VÜCUDU HAZIRLAYIN: Yaralanma riskini en aza indirebilmek için vücudun hazır hale gelmesi gerekiyor. Kayağa gitmeden 2-3 hafta önce bacak, uyluk ve kalça egzersizleriyle esneme hareketlerinin yapılması, vücudun hazırlanmasını sağlıyor. Evde ya da iş yerinde yapabileceğiniz basit egzersizler için günde 10 dakika ayırmanız yeterli. Kalça esnetme, kasık adalelerini açma-germe, ön uyluk adalesi germe, düz bacak kasma, merdiven basamağı öne ve yan olarak inip-çıkmayla, aşil germe egzersizleri yapabilirsiniz.
DOĞRU MALZEME SEÇİN: Yanlış malzeme seçimi kış sporlarında yaralanma riskini büyük oranda artırıyor. Doğru kayak boyu seçilmesi ve ağırlık ayarlarının doğru yapılması gerekiyor. Bu seçimde zeminin bol kar, sıkıştırılmış kar ya da buzlanma durumuna özellikle dikkat etmek gerek. Kişinin tecrübesi de büyük önem taşıyor. Kayağın ilk günlerinde kısa kayak tercih edilmesi ve kayağın rahat çıkabilmesi için düşük ağırlık kullanılması öneriliyor. Takip eden günlerde ise kayak boyunun uzatılması ve ağırlık ayarının artırılması daha uygun. Böylece özellikle yanlış malzeme seçimi nedeniyle ortaya çıkabilecek sakatlanmaların önüne geçilmiş oluyor.
KORUYUCULARI UNUTMAYIN: Kayak sırasında mutlaka kask, diz ve dirsek koruyucuların kullanılması gerekiyor. Ayrıca günlük pantolon yerine kar salopetinin tercih edilmesiyle de hem kalça ve dizin rahat bir şekilde hareketi sağlanıyor, hem de su geçirmezliği sayesinde soğuktan zarar görülmesinin önüne geçilmiş oluyor.
ÖNCE ISININ: Isınma hareketlerinin kaymadan önce mutlaka yapılması gerekiyor. 10 dakika ayırmak oluşabilecek birçok sakatlığı engellemiş oluyor.
BUZLANMA SAATLERİNDE KAYMAYIN: Sabah erken ve akşam gün batımından sonraki saatler buzlanmanın en yoğun olduğu zaman. Bu zaman dilimlerinde düşme riski fazla olacağı için önerilmiyor. Öğle saatleri ise özellikle güneşli havalarda erime ve sulanma sık görülüyor. Bu nedenlerle kara saplanma riski artacağı için tehlikeli durumlara neden olabiliyor. Kaymak için en uygun saatler sabahla öğlen arası ve öğleden sonraki saatler.
Yaralanırsanız hastaneye mutlaka gidin
Kayak pistlerinde en sık, dizde bağ yaralanmaları, iç yan bağ ve ön çapraz bağ kopması, kaval kemiği, üst bölge kırığı ve omuz çıkıkları yaşanıyor. Her türlü yaralanmanın ardından mutlaka bir hastaneye gitmek ve ortopedi muayenesi olmak gerekiyor. Bu yaralanmaların hepsi, doğru tedavi edilmediği takdirde kalıcı hasarlara yol açabilir. Yaralanan bölgenin geçici atel, tahta, baton veya kol askı ile tespit edilmesi gerek. Ardından da bölgeye torba içinde kar uygulanması öneriliyor. Buzun 15 dakika süreyle yara üzerinde tutulması ve hastaneye gidene kadar iki saat arayla yinelenmesi iyi olur.
Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği’nin 45’inci Ulusal Kongresi’nin tartışma konularından biri de propofoldü. Anestezi uzmanlarının karşı çıktığı konu, propofolün kendileri dışındaki doktorlar tarafından kullanılması. Onlar dışında bu ilacı en sık el atanlarsa gastroenterologlar. Kolonoskopi, endoskopi gibi işlemler sırasında her gün hastane, klinik hatta bazen muayenehanelerde yüzlerce hastaya, sedasyon (sakinleştirmek) için propofol veriliyorlar.
Derneğin başkanı Prof. Dr. Şükran Şahin, “Sedasyon da anestezi uzmanları tarafından uygulanmalı. Hayati önemi nedeniyle bundan ödün verilmemeli. Michael Jackson, anestezi eğitimi olmayan bir hekim tarafından verilen bir anestezik ilaç nedeniyle öldü. Çünkü propofol solunum durması, tansiyonun çok düşmesi, kalbin veya solunum sisteminin fonksiyonlarını yerine getirememesine, dolasıyla ölüme yol açabilir. Anesteziyoloji ihtisası sırasında, kalp ve solunum sistemiyle ilgili ciddi acil durumlarda neler yapılması gerektiği en iyi şekilde öğretiliyor. Başka hemen hiçbir branş eğitiminde bu konular anestezideki kadar geniş şekilde işlenmiyor” diyor.
İKİ İŞİ BİRDEN YAPAMAZ
Prof. Dr. Şahin bir konuya daha dikkat çekiyor. Gastoenteroloji uzmanlarının yaptığı işleme odaklanmışken (endoskopi ve kolonoskopi gibi) hayati fonksiyonları izlemeleri çok zor. “İki işi birden yapmaya çalışması hastanın hayatını tehlikeye sokabilir” görüşünü savunuyor.
Elbette ki bu işin ideali, anestezikleri anestezi uzmanlarının uygulaması. Peki Türkiye’de bu ve benzeri işlemlere de eşlik edecek kadar anestezi uzmanı var mı? Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de toplam 3 bin 835 anestezi uzmanı çalışıyor. Bunların 2 bin 175’i Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde, 555’i üniversite hastanelerinde, bin 105’iyse özel hastanelerde görevli. Prof. Dr. Şahin, “Sayılar yetersiz. Son zamanlarda eğitim kurumlarındaki anestezi asistan kadrolarında önemli derecede azalma var. Bu sayının mutlaka artırılması gerek” diyor.
Sadece hastanelerde yapılmalı TÜRK GAST. DER. BAŞK. PROF. DR. NURDAN TÖZÜN
Eğer bir gastroenterolog, eğitimini aldıysa, hasta solunum sıkıntısı yaşadığında solunum yolunu açacak kadar bilgisi varsa propofol vermesinde hiçbir sakınca yok. Ama bu işlem muayenehane şartlarında yapılmamalı. Sadece tam teşekküllü hastanelerde uygulanmalı. Biz hastayı ameliyata hazırlamıyoruz, anestezi vermiyoruz. Yaptığımız derin sedasyon. Hiç sedasyon vermeden hastaya işlem yapılmasını uygun bulmuyorum. Hastayı bir şekilde mutlaka rahatlatmak gerekir.
BAŞKA ÜLKELER DE TARTIŞIYOR