26 Ocak 2009
BELKİ, "Tamam ya da devam maçı" değildi ama ligin akışı açısından önemliydi. Fenerbahçe maçını, Trabzonspor açısından "Büyüklere karşı kazanma testi" olarak değerlendirmek ve prestij önemine bakmak, daha doğru bir saptama olacaktı. Ligin ilk bölümünde, kazandığını zannederken yitirdiği Galatasaray maçı ile kazanmayı arzularken beraberlikle yetindiği Beşiktaş karşılaşması, iyi derslerdi. Bu nedenle kazanmak, hem puan hem de takım ve kent psikolojisi açısından ve de lig stratejisi açısından belirleyiciydi.
Trabzonspor’un maç stratejisi ise öncelikle Alex’i kilitlemek, rakibine serbest atış şansı vermemekti. Bunları yaparken, rakip savunmanın arasına sızmak ve çabuk ataklarla golü bulmak, ikinci aşama idi.
Umut’un maçın başında kaçırdığı inanılmaz pozisyonun ardından iki takım da en kısa yoldan gole gitmenin çaresini aradı. Alex’i kapatıp, Gökhan Gönül’ü unutan Trabzonspor, Gökhan Ünal ve Umut ile yakaladığı şansları da bozuk para gibi harcadı.
Sıfır etki
Tüm bunlar olur, herkes canını dişine takmış oynarken sahada bir "Padişah torunu" vardı. Gine Kralının oğlu İbrahima Yattara, rehbere de gerek duymadan tarihi ve turistik gezi yaptı Şükrü Saracoğlu Stadı’nda. Bu takımın, ofansif açıdan en önemli oyuncusu olduğu iddia edilen ama bunu herkesten saklamakta inanılmaz bir yeteneği olan Yattara, dün akşamki sorumsuzluğu ile hem takım arkadaşları hem de takımını sevenlere saygısızlık yaptı. Selçuk da "sıfır etki" konusunda Yattara ile burun farkı gidiyordu.
İlk yarıda gol yemeyip, işin savunma tarafını iyi yapan bordo mavililer, hücum tarafından sınıfta kaldı.
İkinci yarıdaki görüntü, devre arası fırçasının mavi formalılara performans katkısı sağladığı yönünde idi. Yattara biraz kımıldadı, Umut ve Gökhan ile iki pozisyon buldu 10 dakikada. Trabzonspor’un istekli oyunu, baskısı vardı bu bölümde ama yine gol yoktu. Çünkü Trabzonspor forvetleri, "pozisyona girmenin yeterli olduğu" gibi yanlış bir inanca ve Fenerbahçe kalecisi "Volkan’ı 100. maçında kahraman yapma duygusuna" sahipti. Öyle ya da böyle olmadı işte...
Bu kadar pozisyona girip gol atamadan, maç bitiren Trabzonspor’a ne denir?
"Durmak yok, gol çalışmaya devam..."
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2009
Elbette geçmişte hepimiz hatalar yaptık. Kimbilir, bugün de farkında olmadan yapıyoruz. Bu kadar hızla geçen hayatın içinde, hata yapmadan yaşamak da imkansız.
Aslında hata ile yanlışın farkını, etkilerini ve sonuçlarını önemseyerek yaşamak önemli.
Bir de iyi insan olmaya çalışmak. İyi insan olmak demek, herkese gülücükler dağıtmak değildir. İnsanlara para dağıtmak da iyi insanlık anlamına gelmez. Aç bıraktıktan sonra karnını doyurup, sırtını ısıtmak da...
İyi insan olmak, doğru işleri doğru zamanda yapmaktır.
Mesela, İbrahim Kutluay, Emre Aşık, Bahar Mert ve Hürriyet Güçer gibi, iyi duyguları içten taşımaya, adam (ve elbette hanım) olmayı çaba göstermektir.
Bu dört insan, toplum gönüllüsü olarak, Zihinsel Engelliler için çalışma kararı almış, bunu resmiyete dönüştürdü.
Birkaç gün sonra yapılacak bir seçimin, önemli bir tarafı oldu bu 4 iyi insan.
Yıllar önce basketbol sahasında mükemmel yetenekleriyle izlediğim, çok genç iken tanıyıp olgun dönemine kadar dikkatle gözlediğim İbrahim Kutluay, artık bir sosyal sorumluluk sahibi.
Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş formalarının yanısıra A milli takımdaki bıkıp usanmaz mücadele gücüyle iyi bir savunma futbolcusu olan Emre Aşık, artık toplumu savunma yolunda.
Başkentin milli takıma kadar yükselen önemli bir değeri olan voleybolcu Bahar Mert, annelik duygularını da katarak, zihinsel engelli insanlar için kolları sıvadı.
"Beni böyle bir işte nasıl unutursunuz" diye organizasyona son anda katılan toplum gönüllüsü Ankarasporlu Hürriyet Güçer’in olaya bakışı da çoktan kocaman bir alkışı haketti.
Bu toplumda ünlü olabilirsiniz, zengin de...
Belki güzelsinizdir, belki yakışıklı ve de popüler.
Ama iyi insan olmak, bambaşka bir şeydir.
İyi insan sıfatıyla, saygı görmek herşeyden önemlidir.
Doğruyu bulmak için
"Soğuk bir Ocak sabahı bir adam, ABD’nin Başkenti Washington’un metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı tane Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da hızla yoluna devam eder.
Kemancı, ilk bir dolar bahşişini, 4 dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir erkek çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Çocuk, arkasına dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider.
Bu 45 dakika boyunca, kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.
Kemancı, çaldığı sürece 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez ve alkışlamaz.
Ve hiç kimse, onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elinde daha önce Paganini’nin kullandığı 3 buçuk milyon dolarlık Stradivarius marka özel kemanla, en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz.
Üstelik Joshua Bell’in metrodaki ücretsiz bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri, ortalama 100 dolara satılmıştır."
Bu hikayeden herkes, farklı dersler çıkarılabilir.
Benimki, "Hayatta kim olduğunuz kadar; işinizi nerede yaptığınızın da önemli olduğudur."
Muhabir iseniz gazeteniz, sporcu iseniz kulübünüz, politikacı iseniz partiniz, bürokrat iseniz kurumunuz, sanatçı iseniz sahneniz, çok ama çok önemlidir.
Yanlış yerde, doğru iş yapsanız da hiç bir şeye yaramaz.
Tıpkı doğru yerde, yanlış iş yapmanız gibi...
Önemli olan, doğru insanın, doğru zamanda, doğru yerde, doğru biçimde bulunmasıdır.
Doğruyu bulmak için...
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2009
GEÇEN hafta içinde TRT’de izledim. İspanya Kral Kupası maçının son dakikalarıydı. Atletico Madrid’in Vicente Calderon Stadı’ndaki 55 bin kişi, ayağa kalkmış Barcelona takımının süper yıldızı Lionel Messi’yi alkışlıyordu. Madrid seyircisi, karşılaşmadaki 3 golü atan Barcelona formalı rakibine duyduğu saygıyı, böyle sergiliyordu. Yani kendi takımının yenilmesine neden olan rakip takım oyuncusu, aslında "Bir düşman" değildi. Küfür edilecek, çakmak veya ayakkabı atılacak, saldırılacak bir değer hiç değildi.
Uygar olmak, uygarlığın kültürü ile yoğrulmak böyle bir şey olmalıydı.
Tıpkı, üç veya dört yıl önce izlediğim bir Barcelona-Liverpool şampiyonlar ligi maçındaki gibi.
Liverpool seyircisi, maçı kazanmanın mutluluğunu "You’ll never walk alone" adlı efsane şarkıyla kutluyor, stattaki Barcelona taraftarı da onlara duyduğu saygıyı, ellerindeki Barca atkılarını havaya kaldırarak gösteriyor ve rakibini selamlıyordu.
Daha önce de defalarca yazdım, "Saygı görmek için, saygı göstermeyi bilmek ve başarmak gerekir" diye. Barcelona’nın rakibinden gördüğü saygı, tıpkı rakiplerine gösterdiği gibiydi.
Düşündüm, "Biz neden böyle güzellikleri yaşamıyoruz? Bizim neyimiz eksik?" diye..
Ya saygı duyulacak insanlar azdı ya da saygı duymayı bilenler... Belki de çevresine ve kendisine saygısı olmayanlar çoğunlukta idi.
Bir başka ve en akılcı olasılık, "Ne pahasına olursa olsun kazanma" felsefesi, bizi bu hale getirmişti.
Üçüncü şık’ı işaretledim...
Açıklayın öğrenelim
ANKARAGÜCÜ-Tokatspor kupa maçının ardından yayınlanan "İcra Kurulu açıklaması" ibret vesikası gibi.
Beştepe’de son dönemde icraatlarından çok açıklamalarıyla popüler hale gelen bu kurul, kendi taraftarının tepkisini değerlendirirken diyor ki:
"Sorun kulüpten maddi çıkar sağlayamamak, bedava maça girememek, bedava bilet alarak karaborsacılık yapamamak ve parasını ödemedikleri için iptal edilen kombineleri bedavaya getirememektir." Sanki herşey güllük gülistanlık da birileri, Mevcut Başkan ile yönetimine tepki göstererek haksızlık ediyor. Teknik adam ve futbolcuya hiç tavır yok üstelik. Yazının son bölümündeki cümle daha da ilginç: "Maksatlı kişilerin kimler tarafından, hangi amaçla nasıl beslendikleri herkesçe bilinmektedir." Öncelikle bir alan varsa, bir de verenin olması gerekir. "Aldığı zaman senin adına bağıran, başkası verdiğinde de sana bağırır" diye bir akli değerlendirme de yapılır ister istemez. Bu işlere ilişkin tespitlerde bulunmak için, ya yapmış veya bu işe yakından tanık olmak yeterlidir. 5149 sayılı yasaya göre, "Yapmak ta, bilip açıklamamak ta" suçtur. İddiasını ispatla yükümlü kişilerin, hemen gereğini yapması gerekir.
Üstelik "Maksatlı kişilerin kimler tarafından, hangi amaçla nasıl beslendikleri herkesçe bilinmektedir" cümlesini biraz daha anlaşılır hale getirme gereği vardır.
Kim, kimi beslemektedir?
Ne için beslemektedir?
Nasıl beslemektedir?
Ne zamandır beslemektedir?
Nerede beslemektedir?
Bazıları sevmese de açıklık, şeffaflık ve dürüstlük, her zaman iyidir ve herkese lazımdır.
Bu sorular, kamuoyu adına öğrenip kamuya duyurmamız gereken önemli konulardır.
Hadi açıklayın da hep birlikte öğrenelim...
Ben inanmadım ama...
İLK anlatıldığında inanmadım ama anlatan, büyük yemin verince başka çarem kalmadı. Olay, geçtiğimiz hafta Beştepe’nin alt bölümünde yaşanıyor.
Teknik Direktör Hakan Kutlu’nun "27 yıllık Ankaragüçlü Hakan Kutlu’yu 27 günlük Ankaragüçlüler görevden alamaz" deyip, istifa ettikten sonra yeniden göreve gelişi sırasında medyada çıkan, "Hakan geldi, yönetim gitti" haberlerinden rahatsız olan 4-5 yönetici kulübe gelir, onursal başkanın makamına çıkar ve der ki, "Sayın başkan, bizim göreve geldiğimizde verdiğimiz peşin istifalarımızın kabul edildiği, müstafi olduğumuz her yerde konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. Biz görevde miyiz yoksa müstafi miyiz? Sizden bunu öğrenmek istiyoruz."
İddiaya göre, eski başkan yeni onursal başkan, gözlerini ilk kez duyduğu önemli bir şeyin hayret ifadesiyle açarak, "Kim uyduruyor kardeşim bunları. Ne istifası. Hepiniz görevinizin başındasınız. Kongreye kadar birlikteyiz, sonrasına bakacağız" diye konuşur.
Görevde olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan arkadaşlar, akıllarına gelmediği için sormazlar, "Kulüp dışından bir icra kurulu oluşturmak istediğiniz ama değerli eski bir bürokrat arkadaşınızın görevi reddettiği doğru mu?" şeklinde bir dedikodunun ortalıkta yaygın biçimde dolaştığını. Sonuç olarak Mevcut Başkan da, yönetimi de işbaşında, şimdilik...
Anlayacağınız, icraatlar yönetimden, açıklamalar icra kurulundan...
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2008
SAHALARIN voleybol alanına döndüğü, çirkinliğin kol boyu gittiği futbol aleminde temiz, tertemiz kalmak önemliydi. Yani futbolu sahada oynamak, masada güçlü olmak. Kazanma, başarma felsefesi bu olmalıydı.
Sahayı sokağa çevirip, kavga, gürültü, kaba kuvvet gösterileri değil.
Zaten güçlü olursan, kazanmayı hak edersen kimse önünde duramazdı. Karşına çıkmaya, cesaret bile edemezdi. Atacaksın, saymayacaklar, bir daha ve de bir daha... Taa ki sayılana, kazanacak rakamı bulana kadar. Doğrusu bu idi.
Eskişehirspor’dan ortak hata eseri, bir uyku golü yedi Trabzonspor. Orta sahasından, günün kötüsü Serkan’a, stoperler ve kaleci Sylva’ya kadar hepsinin katkısı vardı 1-0 yenik duruma düşüşte. Sonra, Fırat Aydınus’un futbol kuralları değil, "Güncel kriterlere göre" verdiği ilgisiz penaltı, Yattara’nın kötü vuruşundan çok, Tanrı’nın müdahalesiyle kalecinin ellerinde kaldı. İşte İlahi Adalet dedikleri bu idi.
En iyisi "Erkek hemşire"ydi
Sonra çok daha zorunu attı Gökhan. Hak ederek, hakkını vererek. İkinci yarıda son 20 dakikaya gol kaçırma çeşitlemeleriyle giren bordo mavili takım, gecenin yıldızı Gökhan Ünal’ın düşe kalka attığı zor golle maçı kazandı.
Gergindi Trabzonspor. Yine iyi futbol oynamadı. Gecenin en iyisi, gol sonrası "Sus işareti" ile poz veren "Erkek Hemşire" Gökhan Ünal idi.
Yattara, Selçuk, Serkan iyi olabilse, Colman, Umut ve de Isaac daha etkili kılınsa, zaten fark olurdu. Daha çok isteyen, bunun için de çabalayan Trabzonspor, bir kez daha kazanıp finalde kolbastı ile perde kapattı.
Ve Karadeniz Fırtınası, "Süper Lig’e balans ayarı yaptı".
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2008
FUTBOL, hataların akıllı rakiplerce değerlendirildiği bir oyun. Ancak sadece futbolcuların değil, hakemlerin hataları da belirleyici sahada. Aslında 35. dakikada golü yiyene kadar, kaşındı Trabzonspor. İlk bölümde iki buçuk atak dışında, kayda değer hücum girişimi de yoktu. Bursalı Gökhan Güleç, Trabzon ön savunmacılarının uyuyup, Tayfun’un eskortluğunda, kaleci Slyva’nın hafif şekerlemesi sırasında meşin yuvarlağı bordo mavili filelerle buluşturdu. Zaten ilk 45 dakika Trabzonspor açısından kocaman bir "hiç" idi. Yani hiçbir şeyin doğru yapılmadığı kötü bir dönemdi maçın ilk parçası.
Soyunma odasına 1-0 üstün gidip maçın bittiğini zanneden Bursa takımı, geriye yaslandı. İkinci yarıda işler tersine dönmüş, saldıran, kazanmayı isteyen ve bunun için çabalayan Trabzonspor; sinen, kendi ceza alanına çekilen Bursaspor olmuştu.
İkinci yarı, son dakika dışında kocaman bir "şey" idi. Her şeyin yapıldığı ancak sadece bir gol dışında kazanımı olmayan bir şey...
Maçı rakip alana yıkan Colman’ın organizasyonuyla sağlı-sollu ataklarla golü arayan lider, 79. dakikada Gökhan-Umut ortak yapımı bir golle beraberliği buldu. Beraberlik sonrası saldırmaya devam eden Trabzonspor karşısında "Maçın bitmediği gerçeğini kavrayan" ev sahibi takım, kontratak denemelerine başladı.
Masada da güçlü olacaksın
Bir-iki derken, Tahkim’in son dakika affı ile kadroya giren Sercan, 90. dakikada Sylva ile sohbet ederken açık ofsayt pozisyonda attığı golle, dengeyi Bursaspor lehine değiştirdi. Bu golün iki dakika sonrasındaki Umut’un golü, "Sercan’ın sayılanından daha az ofsayt" idi.
İşte hakemlerin oyuna ve sonuca etkisi, bu noktada ortaya çıktı. Abitoğlu’nun iki yardımcısının yanlışları, maçın dönmesine, Süper Lig liderinin değişmesine neden oldu.
Son dönemde bunları, çok sık yaşamaya başladı Trabzonspor. Verilmeyen penaltılar, iptal edilen goller ve verilen geçersiz rakip golleri. Lider olmak, puan durumunun en üstünde gözükmek değildir.
Liderlik, hem sahada, hem de masada kuvvetli olmaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
22 yıllık Ankaragücü takibinin ardından, Trabzonspor’u yorumlama görevini üstlendim. İşin doğrusu, alışmam biraz zaman aldı ama iyi dostluklar kurdum Karadeniz’in küçük ama şirin ilinde. Bu dört yıllık sürecin iki sezonu, göreceli olarak keyifli idi futbol açısından.
Galatasaray’a "Rahatlığın eseri olarak" yitirilen maçla kaybedilen şampiyonluk şansı, şaka gibiydi.
Bir yıl sonra İstanbul deplasmanında Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda hatalı hakem kararlarıyla yitirilen diğer şans ise "Yaz ortasında, buzla duş yapmak" anlamına geliyordu.
Kötü bir sezonun ardından Ersun Yanal ile ayağa kalktı sonra da farklılaştı Trabzonspor. Yeni yönetim ile farkı hissettirmeye başladı. Bir dayanışma, kenetlenme duygusuyla hareket etmeye başladı.
Sezon başında yapılan transfer hamlesi, biraz abartılı rakamlara ulaşsa da iyi şeyler yapmak için girişilen iyi çalışmaydı.
Oynayacaklar tutuldu, tecrübe kazanması gerekenler Karadenizspor’a gitti.
Kimse şampiyonluk lafını anmıyordu. Doğru da yapıyordu.
Çünkü şampiyonluk, çok adam almak karşılığında hediye olarak verilen bir şey değildi. Tam tersine iyi oyuncularla, çok çalışıp, çok mücadele edilmesi gereken bir hedef idi.
Acele etmenin, telaş yapmanın, sabırsız olmanın getirdiği, "24 yıllık şampiyonsuzluk" idi.
Bu nedenle sakin olmak, sabırlı olmak, yanında durmak, destek vermek ve hepsinnden önemlisi topluca inanmak gerekiyordu.
Şampiyonluk denilen keyfi tam 6 kez yaşamış bir kentin insanları, istemeseler de 24 yıl beklemek, acıya sabretmek zorunda kalmıştı. Yani istemese de sabretmişti.
Ligin ilk 14 haftası sonunda oynadığı futbol zaman zaman beğenilmese de, kötü oynayıp kazansa; iyi oynayıp puan kaybetse de ligin zirvesinde Trabzonspor. Ve bir gün mutlaka şampiyon olacak. İnanarak, çalışarak, sabrederek, kenetlenerek çok uzak olmayan bir zamanda.
Bir gün mutlaka...
Boşuna sevindiler
BİR süredir Ankaragücü tribünlerinden yükselen istifa sesleri, sonucunu verdi ve Ankaragücü’nün Mevcut Başkanı, yetkilerini Başkan Vekili’ne devredip, bir kenara çekildi!
Gerçekten öyle mi diye merak edip, etrafa bir göz attık.
Öncelikle zaten PFDK’nın ceza kararı nedeniyle zaten 66 gün yoktu Mevcut Başkan.
Türkiye’de ilk kez bir takımın taraftarı, Federasyon ile PFDK kararı lehine canlı pankart açıyor ve "Sensiz geçen 66 gün, bize bayram sayılır" diyordu.
Aslında zaten ligin ilk yarısını tamamlamış olan Mevcut Başkan, sadece yetkilerini yardımcısına devrediyor, bu işin adını da "Başkanlığı bıraktım" koyuyordu.
Hoş, gerçekten ve tümden bıraksa ne olurdu ki. Kongrede ellerini kaldırıp indirmekten başka iş yapmayan Ankaragücü delegeleri, verdikleri insanüstü yetkinin farkında değillerdi.
Mevcut Başkan, Onursal Başkan ünvanıyla kulübün tapusunu değil, havasını bile üstüne almıştı.
Yönetim Kuruluna Başkanlık yapmak, gerektiğinde yönetim kurulunu feshetmek ve olağanüstü genel kurul çağrısı yapmak, koca Devlet çarkında sadece Cumhurbaşkanı’nda olan yetkilerdi..
Ankaragücü’nde de Mevcut Başkan’da...
Onun için kimse inanmadı.
Tıpkı o ünlü Yalancı Çoban öyküsü gibi. Beş kez "Bu kez kesin gidiyorum" deyip, "Dur nereye gidiyorsun" diyen bile yokken, tıpış tıpış geri dönmenin başka sonucu olabilir miydi?
Sonuç olarak, kimse kendini kandırmasın. Çünkü Ankaragücü’nde hiç bir şey değişmedi.
Sakarya caddesi’nde "Başkan gitti, kurtulduk" kutlamaları yapan insanlar da aldandı, boşuna sevindi.
Boşuna...
Futbolun yeni adaleti
BSKİŞEHİR’de maç oynanırken Ankaragücü ile Eskişehirspor futbolcuları, hakemlerle birlikte saha içinde cam ayıklıyordu. Kimine göre rakı şişesi, kimine göre ise çay bardağının kırıklarını. Çakmak, para gibi şeyler de atılmıştı, takımlarının yenilgisine tepki olarak.
İki hafta sonrasında Ankaraspor-Beşiktaş maçı oynandı, İnönü Stadı’nda... Saha içinde dayak yiyen Anmkarasporlu futbolcuları bir yana bırakırsanız, atılan maddeler arasında çakmak, para kısacası ele geçen herşey vardı. Teo Weeks’in gözüne isabet eden Tello yumruğunu göremeyen hakem, ayağına isabet eden ayran kutusunu süzemeyen ise temsilci idi. Sonuçta iki maçta da Eskişehirspor ile Beşiktaş 5’er bin YTL (eski para ile 5’er milyar lira) ceza aldılar.
Hepsi o kadar.
Yani Ankaragücü’ne Şeref Tribününe ayran atıldığı için 1 maç saha kapama cezası verip, İstanbul Olimpik Eziyet Stadı’na sürgün edenler, onlara 5 bin YTL’yi uygun görmüştü.
Ya atılan yerler yanlıştı ya da atlananlar vardı.
Futbolun yeni adaleti bu idi.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2008
SON 10 gündür İngiltere ve İspanya liglerini izlemedim. "Acaba oraları seyredip, buralarda Trabzonspor’a haksızlık mı ediyoruz" olayını test etmek için. Aklın bir yerinde kalan güzelliklerin, başka maçlara bakışı etkileyebileceğini düşünerek. Yani Trabzon-Kocaeli maçını "sıfır etki" ile izledim. Ya bu maçta mükemmel oynadılar, ya da zaman zaman haksızlık etmişiz şimdiye kadar. Elbette son 20 dakika dışında.
Trabzonspor boğmaya, Kocaelispor çarpmaya çıkmıştı. Yani liderin ne pahasına olursa olsun kazanmak, rakibinin ise "iyi savunma yapıp, denk getirirse bir atıp üstüne yatma" gibi bir planı olduğu ortada idi.
İlk 45 dakikada sahada kayda değer 12 pozisyon vardı. İkisi Kocaeli, 10 tanesi Trabzonspor’un. Ve sadece iki gol. Biri Kocaeli diğeri ise bordo mavili ekibin. İyi oyun, baskılı oyun, bol pozisyonlu oyun, 70 dakikada belli aralıklar dışında sürdü. Bu görüntü, sanki "Bir Ersun Yanal takımı"nın müjdesi gibiydi. Önde baskı, rakibe alan bırakmama, sağlı sollu ataklar, ceza alanı dışından şutlar, estetik hücum kombinasyonları ile seyircinin "parasının karşılığını" verdiler.
Gol vuruşunda bir arıza var
Ancak 70. dakikada Tayfun Cora’nın golünün ardından geriye yaslanıp, "O sevmediğimiz" oyun başladı. Trabzonspor gibi bir takım, savunma yapmak zorunda kaldı. Akıllı olmayı, topu en kısa yoldan doğru yere aktarmayı başarsalar, oynamaya hevesli gözüken Yattara’yı daha etkin kullansalar, skor farka giderdi.
Bir de Gökhan Ünal’ın kaçırdığı akıl almaz pozisyonlar, gol olabilse... Bir şey var bu işte. Doğru zamanda, doğru yerde Gökhan. Bence arıza, gol vuruşunda. Hep mi kaleciye, direğe ve dışarı vurulur, bu top denilen nesne... Yoksa kısmeti mi bağlıdır nedir?
Şu bir gerçek ki, lider Trabzonspor, çok zor bir rakibi yenmeyi başardı. Bakmayın siz bu takımın ligin en dibinde olduğuna. Şimdiye kadar son 20 dakikadaki oyunu oynayamadıkları için bulunduğu yerde yeşil siyahlılar. Bir de ilk 70 dakikadaki ağır kanlılık etken son 20 dakikanın telaşında.
Sonuçta kazandı Trabzonspor.
Hak etti, doğrusu bu ya iyi de etti...
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
LİGİN başında herkes umutlu idi. Geçen sezonun sekizincisi Ankaragücü, yeni dönemde daha da başarılı olacaktı. Başkent'te bundan kimsenin şüphesi yoktu. Ama Beştepe hesabı, Süper Lig'e uymadı. Haftalar ilerledikçe, işler sarpa sardı.
Bir sezon önce o iyi takımın mimarı Hakan Kutlu, kötü gidişin sorumlusu oldu. Acemice hataların getirdiği doğal süreç, Kutlu'nun Beştepe'ye vedasıyla sonuçlandı. Sonra Hikmet Karaman, Güvenç Kurtar, Ümit Kayıhan üçlüsü geldi gündeme.
Konuşuldu, tartışıldı ancak üçü de olmadı.
Ünal Karaman'ın adının anılmasıyla, takımın başına gelişi arasında sadece saatlik fark vardı. Geçen sezonki Konyaspor tecrübesi iyi gitmeyen Ünal Karaman için, "Geldiği gibi gider" diyenler oldu. "Bir Karaman gider, diğer Karaman gelir..." diye konuşanlar da çoktu.
Donuk heykel
Kayseri yenilgisi, kötü başlangıç idi. İstanbul Büyükşehir maçı da olaylarıyla akılda kaldı. Sonra Sihirli Değnek değmişcesine değişti her şey.
Fenerbahçe beraberliği, "Şans işte" diye yorumlandı. Ardından deplasmandaki Eskişehir galibiyeti, "Rakip kötüydü" diye dillendirildi. Galibiyetle biten Ankaraspor maçındaki istek, hırs ve mücadele gücü, pesimistleri pes ettirdi. Kimsenin diyecek bir şeyi, bulacak kusuru kalmamıştı.
Taraftarıyla barıştı, bütünleşti ve kazandı Ankaragücü..
İşin en komik tarafı da, Yenikent'teki maç boyunca istifa sesini duymayan tribündeki yöneticilerin, seyirciyi alkışladığı sırada "Yönetim istifa, başkan istifa" sloganlarıyla bir anda donuk heykel haline gelmesiydi. Öylece kalakaldılar, tribünün tam orta yerinde...
Sihirli Değnek değmişcesine...
Saygı göstermek
AVRUPA Futbol Federasyonları Birliği kısa adıyla UEFA, bir süredir bir kampanya yürütüyor.
UEFA Başkanı Michel Platini'nin girişimiyle, bu yılın başında ortaya çıkan ve 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda büyük ilgi gören "Saygı" (Respect) kampanyası, Avrupa'dan çeşitli kulüplerin teknik direktörleri tarafından da destek buluyor.
Juventus Teknik Direktörü Ranieri, Olympique Lyon çalıştırıcısı Claude Puel, Villereal Teknik Sorumlusu Pellegrini, rakibe saygı konusunda önemli açıklamalar yapıyor. Sadece rakip takım oyuncusu, teknik direktörü ve yöneticisine değil, tribünlere de saygı duyduklarını hoş cümlelerle dile getiriyorlar.
Bizden tek telime yok
Werder Bremen'in çalıştırıcısı Thomas Schaaf, Atletico Madrid'in teknik direktörü Javier Aguirre ve Manchester United FC'in çalıştırıcısı Sir Alex Ferguson da "Tüm unsurlarına gösterilecek saygının, futbolun marka değerini yükselteceğini; oyunun güzelleşmesine katkı sağlayacağını" ifade ediyorlar.
Türkiye'den tek kelime yok şimdiye dek.
Ya da bizim duyabileceğimiz, bir lafı eden henüz çıkmadı.
Ya da etti de, kendisi bile duymadı.
Sonra ağlayıp duruyoruz, "Biz niye böyleyiz? Futbolumuzun marka değeri neden düşüyor?" diye.
"Hakedilen değeri vermezsen, hakettiğin değeri görmezsin" demek mi gerekiyor yoksa.
Olayın, daha iyi anlaşılmasına katkı sağlar mı acaba?
Sorumlu Zoko'dur
TAM Galatasaray'ı yeniyordu ki, izin vermediler. Kim mi? Elbette Futbolun Derinliğindeki güçler..."
Hacettepe'nin Galatasaray'a yenildiği maçı, yukarıdaki üç cümleyle özetleyebilirdik ki, bu birçok insanın düşündüğü ile örtüşürdü.
Oysa ben, Hacettepe'nin yitirdiği maçta birinci sorumlunun santrfor Zoko olduğu düşüncesindeyim.
Sandro'nun golünün hemen arkasından, 1-0 öndeyken öyle bir gol kaçırdı ki..
Dışarı vurdu topu ve çözülmenin fitilini ateşledi.
Sonra penaltı pozisyonunda elini topa uzatıp, penaltıyı yaptı.
Teli'yi de yaktı
Üstelik gidip hakeme, "O el benimdi" demek yerine, olay yerinde sıvıştı ve Teli'yi yaktı. Bu arada, ekmeğine yağ süren hakem Süleyman Abay'ı..
Ve elbette Hacettepe takımını da.
İşin kolayı, işi tek başına hakeme yıkıp, ortadan kaybolmaktı.
Kaleci Recep'in yediği komik golleri de "Hacettepe'nin acı kaybının faturasına" yazmak mümkün. En yüklü bedel, kesinlikle Zoko'nun olmalıydı.
Ancak işin içinden, en kolay sıyrılan o oldu.
Hiç adı geçmedi, Zoko kaçırdı ve kaçtı.
Yazının Devamını Oku