Bana gelen mesajda şöyle diyordu:
“Ne: D12 İklim Adaleti İçin Kırmızı Çizgiler Eylemi
Ne zaman: 12 Aralık saat 12.00
Nerede: Avenue de la Grande Armee
Ne giymeli: Kırmızı bir şey, şemsiye, atkı, poster, afiş vb.
Ek bilgi: Olağanüstü hal şartlarına göre politik mesaj verme amaçlı olarak iki kişiden fazlasının bir araya gelmesi ‘yasadışı gösteri’ sayılıyor. Alanda sinyal verilene kadar (İsrafil boru üfleyecek), ikili gruplar halinde duruyoruz. Borudan sonra kırmızı çizgiler eylemi yapılacak.”
Mesajı aldığımda ilk aklımdan geçen şu oldu: “Bizde SMS ve eylem sözcükleri valilikler bir eylemi yasakladıklarını SMS’le bildirdiklerinde bir araya geliyor.”
Hani şu bir nevi gut hastalığına yakalanmış gezegeni iyileştirmek için çarelerin arandığı müzakereler zinciri.
Ülke delegasyonları iki hafta boyunca ortak bir eylem planı oluşturmaya çalıştı.
Amaç, doğal felaketlere, ölümlere, göçlere, açlığa yol açacak iklim değişikliğinin önüne geçebilmek için atmosferdeki ısınmayı 1.5 derecede tutmak için bir anlaşmaya imza atmaktı.
Ama havada kesif bir samimiyetsizlik kokusu vardı.
Malum iklim değişikliğinden en çok yoksul ülkeler ve halklar etkileniyor. Tarihsel sorumluluğun ucu ise en çok ABD ile Avrupa’ya dokunuyor. Sanayi Devrimi’nden beri atmosfere en çok gazı bu ülkeler saldı. O yüzden yoksul ülkeler iki haftadır diyor ki “Anlaşmaya tazminat maddesi eklensin”.
ABD buna kapalı durdu. Avrupa da ABD’nin arkasına sığındı. Zirve boyunca ABD’nin bu maddeyi anlaşmaya koydurmamak için küçük ada devletleri ‘duygusal yollarla’ ikna ettiği konuşuldu.
Biz daha ziyade açgözlülüğün, güç ve iktidar hırsının oluşumunda epeyce rol oynadığı Ortadoğu keşmekeşine dair gelişmeleri izliyoruz.
Elbette izleyeceğiz; insanlar ölüyor ya da en iyi ihtimalle yerinden yurdundan ediliyor. Ama işte görmediğimiz şu ki, eğer dünya iklim değişikliğine karşı acil ve ciddiyetle harekete geçmezse çok da uzak olmayan bir gelecekte belki savaşlar yüzünden değil ama iklim değişikliği nedeniyle insanlar ölecek.
*
Artık iklim değişikliğinin gezegeni ve insanlığı tehdit ettiği sadece bir avuç ‘deli çevreci’nin mevzu ettiği bir konu değil, herkesin malumu. Tüm dünya bu yüzden Paris’te buluşuyor. Ama bu gerçeğin ardında iki kutup var. Bir taraf aslında hiç iplemiyor. Bazı şirketler karbon azaltım hedeflerini esnetmeye uğraşırken kimi ülkeler buna teşne.
ABD Kyoto’nun kuyusunu kazmış iken, şimdi Obama giderayak kendini iyi gösterme çabasıyla Paris zirvesinde rol alıyor.
Ülkenin ekonomik anlamda geleceğini düşünenler de fosil yakıtlarla araya mesafe koymamanın ülkemizin enerjide dışa bağımlılığını artıracağı ve sürdürülebilir kalkınma yakalanamayacağı görüşündeler.
Çok haklılar.
Rüzgara ve güneşe yönelmeliyiz, doğru. Ancak bunu yaparken gözetilmesi gereken şeyler var. Ve bizde pek gözetilmiyor.
Karaburun’da RES’lere (Rüzgar Enerji Santralı) karşı yerel halk uzun zamandır mücadele veriyor mesela. Yarımadanın dört bir yanı, RES yatırımları, taşocakları, balık çiftlikleri tarafından kuşatılmış halde ve halkın yaşam alanı büyük bir baskı altında. Rüzgar türbinleri insanların evlerinin dibine yapılıyor ve yaşam kalitelerini sıfırlıyor. Bu anlamda hukuki mücadele sürüyor.
Şimdi de Çeşme halkı benzer bir mücadele içinde. Alaçatı’daki Germiyan Köyü’ne ait doğal SİT alanına yerel halkın tarlaları istimlak edilerek, dönüm dönüm kamu arazileri 49 yıllığına şeffaf olmayan yöntemlerle apar topar devredilerek, yerleşim yerlerine 700 metre mesafede (ki en az 2 kilometre olması gerekir) 6 adet yeni rüzgar türbini yapılmaya başlandı.
İş antidemokratik biçimde ilerliyor.
Misal, oranın yerlisi bir aile bir sabah uyandığında görüyor ki bir dozer arazilerinin ortasında yol açıyor. Kendilerine hiçbir resmi bildirim yapılmış olmamasına rağmen. Kimisinin toprağına resmi kayıtlar tamamlanmadan el konuluyor vs.
Biz, mal beyanlarının kamuoyuna açık olmadığı 55 ülke arasındayız.
105 ülkede adaylar, seçim döneminde aldıkları bağışlara ve seçim harcamalarına ilişkin bildirim yapmak zorunda. Türkiye’de bu zorunluluk yok.
94 ülkede siyasi partiler, bağış ve seçim kampanyalarına ilişkin bildirim yapmak zorunda. Türkiye’de değiller.
*
Erzurum’da doğdu. Çocukluğu, yazları zorla Kuran kursuna, kışları hiç sevmediği okula gönderilerek, her hatasında abisinden dayak yiyerek geçti.
Okul bahçesinde arkadaşının ona uzattığı poşeti yüzüne götürüp iki-üç nefes çekince hoşuna gitti. Bali kullanmaya böyle başladı.
Daha 14 yaşında bir cinayette sanık olarak ifade verdi. Kendini okuldan attırdı. Dayısının yanında boyacı olarak çalışmaya başladı. Her gece kazağının kolunu tiner tenekesine batırıyor, tiner çeke çeke eve yollanıyordu.
17 yaşında kavgada vuruldu. Ailesi onu Bursa’ya gönderdi. Bir hastanenin kantininde garsonluk yapmaya başladı. Hastanede personelin yarısı uyuşturucu kullanıyordu. Doktoruyla da oturdu içti, hemşiresiyle de.
Topluma bir şeyleri geri verme konusunda çabalar var. Ama bunların pek çoğu odaklı değil, bunun için de bazen reklama ve sponsorluğa kayıyor, karman çorman bir yapı ortaya çıkıyor.
Eksiklerin telafisi için ihtiyaç devam ettiği sürece, bunlar da devam etmeli.
Belirli temalar saptanmalı ve bu temalar odak kesimlerle buluşmalı.
Şirket sahipleri bu işleri şirketlerinin ‘sosyal sorumluluk projeleri’ gibi görmekten vazgeçip, kendileri birer ‘sosyal vatandaş’ olmalılar.
Şahenk İnisiyatifi bu çıkış noktasıyla kuruldu. Çocuklara, gençlere, yaşlılara ve spora odaklanmayı seçti.
Çalışmaları önce Toronto’da ‘Stevie Uluslararası İş Ödülleri’ töreninde dört ödül aldı.
Ardından Londra’da CSR International Excellence Awards tarafından üç ödüle layık görüldü.
Ağzında tükürük kalmayana dek “Barış” sözcüğünü tekrar, tekrar ve tekrar telaffuz edenlerin...
Acının, adaletsizliğin ortasında hâlâ umut dolu cümleler kurabilenlerin tek tek veya topluca öldüğü, katledildiği bir yerde hayat devam etmiyor.
Benim için, devam etmiyor. Edemiyor.
*
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin bir kültür mirasını koruma çağrısı yapmasının hemen ardından ensesine saplanan kurşunla öldüğü haberini aldığım bir cumartesi sabahı derin bir “Offf” çektikten sonra gün olağan akışında devam edemiyor.