2 yaşından beri resim yapan Trisha’nın yakınları onun bu şiirini resimleriyle birleştirip bir kitap haline getirdiler. Kitap önümüzdeki günlerde Amazon.com’da satışa çıkacak.
Trisha’nın çalışmaları bu kitaba dönüştüğü sıralarda dünyada savaşlar nedeniyle yeni bir acı, kayıplar ve yıkım dönemi başlamıştı. Ailelerini, evlerini ve ait oldukları toprakları kaybeden, çocukluğu elinden alan savaşın çocukları, dünyanın dört bir yanında insanların kalbini paramparça eden bir gerçekliğe dönüştü.
Trisha’nınki, çok zor zamanlarda ne olursa olsun çocukları umut etmekten vazgeçmemeye, hayal kurmaya, sevgi dolu bir gelecek tasarlamaya teşvik eden bir şiir.
Bu şiirin onun çizimleriyle birleşip ortaya çıkardığı kitapta yavru köpek Sunshine, Baba köpekle bir keşif gezisine çıkıyor. Dünyanın ormanlarında seyahat edip hayvanlarla tanışan Sunshine, onlardan kendine inanmak, azimli olmak, şükretmek ve sevmekle ilgili hayat dersleri alıyor.
Trisha’nın kitabının sayfalarında gezinirken, aslında çocukların yetişkinlerden çok daha bilge olduklarını düşündüm. Şiirde bolca geçen “nezaket, güven, hak arama, cesur olma, güçlü olma, birlik olma” gibi kavramlar bizim çocukken bilip de zamanla dünyanın çarpık düzeni içinde unuttuklarımız belki de.
Gelelim, size niye bu kitaptan söz ettiğime...
Geçtiğimiz ay çatışmalı illerdeki çocuklarla ilgili bir yazı yazmıştım. Bu yazının Daily News’da İngilizcesi yayımlandı.
Van depreminde 45 kişiye mezar olan Dağ Apartmanı davası sanıkları iki müteahhit ile mühendisin hapis cezaları para cezasına çevrildi.
Hayatını kaybeden Dağ Apartmanı sakinlerinin yakınları deprem sonrasında adalet arayışına girdi.
Savcı iddianameyi ‘olası kast’tan hazırladı.
Bu, şu demekti: Kişi öldürmek istemiyor ama ölümüne neden olacak ortamı da yaratıyor. Mesela siz gidip bir yere bomba bırakıyorsunuz, insanların ölmesini istemiyorsunuz ama o bomba patlıyor ve insanlar ölüyor. Bu olası kast.
Ancak mahkeme ‘bilinçli taksir’e bile gitmeyip kararı ‘basit taksir’den verdi.
Bilinçli taksirde fail olacakları öngörmesine rağmen kendisine güvenerek hareket eder ve korkulan olayın gerçekleşmeyeceğini düşünür. Yani bir nevi “Bir şey olmaz canım!” der.
Bu davadaki gibi ‘basit taksir’de ise olacakları hiç öngörmez, kestiremez.
Son yıllarda olup bitenler görmek istemeyenlerin bile yüzüne bu gerçeği çarpıyor.
Önceden misal, sefalet bize uzak bir kıtanın sınırları içinde kalmış gibi görünürken; örneğin Afrika’daki aç çocuklar çok uzaklardaki bir grup insanın yüreğini sızlatırken, görmek istemeyenin de radarına girmiyordu.
Son yıllarda ise sefaletle bir tatil beldesinde bile yüz yüze gelmek kaçınılmaz. Karnımız tok, sırtımız pek ama tatminsiz hayatlarımızdan hoşnutsuzluğumuzu sahilde yogayla atmaya çalışırken misal, can derdinde bir grup insanın uyduruk botlarla zorlu bir deniz yolculuğunun ardından kıyıya çıktığına tanık olabiliyoruz.
Ya da deniz mahsullerinin en tazeleriyle midemizi doldurma hayaliyle bir Yunan adasına vardığımız anda ilk karşımıza çıkan, yol kenarına atılmış can yelekleri olabiliyor. Daha tatil başlamadan boğazımıza yumruk iniveriyor.
Artık önceden farkında olmayanlarımız bile dünyadaki adaletsizliklerin farkında; birilerinin sefil olduğu bir dünyada diğerlerinin de hoşnut olması mümkün değil.
*
31 Aralık’a çok derin anlamlar yüklediğimizi sanmıyorum. En azından bilinç düzeyinde.
Ama kutlamamızın nedeni bence şu...
Aslında bir defteri kapatıyoruz.
Geçen yılın endişelerini, çatışmalarını ve hatalarını üzerimizden silkip yeniden, sıfırdan, sil baştan başlamak için bir fırsat olduğunu düşünüyoruz.
Bence bunu kutluyoruz.
Kimi ilkel toplulukların geçmiş yılın kötü ruhlarını uzaklaştırmak için yaktıkları ateşin modern toplumlardaki uyarlaması havai fişekler belki de. Karanlık ruhları kovuyoruz belki ama bunun farkında bile değiliz.
Onları kovmak istiyoruz ve yeni yılı buna bahane ediyoruz çünkü aslında hepimiz aynı şeyi istiyoruz: Sevmek, sevilmek, mutlu olmak.
Bu sayı şu anda 50’yi buldu gibi görünüyor. En son iki gün önce daha 3 aylık Miray bebek kurşunların hedefi oldu.
Çocuklar mevzubahis olduğunda tek doğru var; silahların susturulması. Ve bu, üzerine güvenlikle ilgili laf kalabalığı yapılacak, gerekçeler üretilecek bir konu değil.
Raporda da belirtildiği gibi, çocukların çatışma nedeniyle hastaneye gidemedikleri için öldükleri, eğitim, korunma ve sağlık haklarından mahrum kaldıkları bu tablo savaşın yan sonucu olarak kabul edilip görmezden gelinemez!
*
Elbette, çocukların öldürülmesi bir toplumun vicdanına bıçağı en derinden saplar. Ama bu yazıda raporun hayatta kalan çocuklarla ilgili kısımlarına bakmak istiyorum.
Bu bir ihtiyaç o vakitler. İnsanlar gördüklerini kaydetmek için çiziyorlar.
19’uncu yüzyılın ortalarında fotoğraf çizimi öldürüyor. Çizmek işi sanatçılara kalıyor.
İngiliz sanat eleştirmeni John Ruskin dört yıl sürdürdüğü kampanyayla insanları yeniden çizime yönlendirmek için çalışıyor. Bununla ilgili kitaplar yazıyor, konuşmalar yapıyor. Diyor ki: “Bir suaygırı nasıl suaygırı olarak doğuyorsa, bir insan da sanatçı olarak doğar.”
Ruskin çizme eyleminin sadece yeteneklilerin harcı olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ona göre, insanlar etraflarına boş boş bakmak yerine baktıkları şeyi gerçekten görmek için çizmeli... Çünkü baktıklarımızı elimizle yeniden yaratırken artık onu gözlemlemekten çıkıyor ve her detayını anlamaya başlıyoruz.
.
Burroughs’nun “Yumuşak Makine”sinin, “müstehcen” diye bir edebiyat eserinin 2015 yılında mahkemelerde sürünmesini unutmak istemiyorum.
Emek Sineması yerle yeksan edildikten epey zaman sonra, mahkemenin inşaatın durdurulmasına karar verdiğini, bu ülkede hukukun kaplumbağa hızında işlediğini...
Kendini bilmez bir yapımcının filmini eleştirenlere “Kime hizmet ediyorsunuz o.. çocuğu çapulcu takımı” diye saldırmasını...
Gözaltındaki liseli kızın korku dolu anlarını belgeleyen o fotoğrafı...
Bir stand-up’çının oyununda başbakana hakaret ettiği iddiasıyla para cezasına çarptırılmasını, ödemeyince de gözaltına alınmasını...
Koştur koştur açılışlara katılan ülkenin en tepesindekilerin, tarihimizin en önemli yazarlarından Yaşar Kemal’in cenazesine katılmadıklarını...
Tüm hükümetler kendince pazarlıklar içinde; tüm hükümetler ülkelerinin ‘çıkarları’ yolunda, yakınlarında veya uzaklarında yiten canların, doymayan karınların, insanların başını yastık niyetine kaldırım taşlarına yaslamasının doğrudan veya dolaylı sorumlusu. Hepsinin çorbada tuzu var.
Düzen böyle.
Bu düzen değişmedikçe, bu gerçekliğin değişmesi de zor.
*
Ancak bazı ülkelerde, gerçekten demokrasinin işlediği yerlerde kamuoyunun gücü diye de bir şey var. Hükümetler çeşitli kararlarında veya eylemlerinde öylesine güçlü bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşıyorlar ki, geri adım atıyorlar. Genel olarak bütün kıta Avrupası ve liberal demokrasiye sahip rejimlerde bu böyle; duyarlı demokrasi dediğimiz şey bu. Siyasi irade tepkileri önemsiyor.