Paylaş
Tek motor sesinin dahi duyulmadığı, sadece çocuk ve kuş cıvıltısının olduğu, insanların huzurla dolaştığı sokaklarda yürüdüm, koştum...
Sanki Adalar’daydım, başka bir dünyaya ışınlanmıştım, burası İstanbul muydu sahi?
Hep kötü yanlarından söz ederiz ya şehrin.
Alışkanlık işte. Güneş açmadan ve yollar araç trafiğine kapatılmadan bu kadar güzel bir şehirde yaşadığımı fark edemeyecekmişim meğer.
Şehir hayatının en büyük stres kaynağı araçlar...
İnsan ancak yokluklarında durumu fark edebiliyor.
Öyle bir hâl ki bu, “Allah’ım” dedim, “Ben öldüm de cennete mi geldim, burası neresi, bu insanlar nereden çıktı, bu aydınlık insanlar nerede saklanıyordu? Ben neden şehrin, hayatın kötü yanlarını görüyorum?”
* * *
Mutsuzluk bir “kendini yazarak ifade etmeyi seven insan arızası” mıdır diye düşünmeye başladım...
Mutsuzluk mudur insanı herhangi bir günde hissettiğinden daha yaratıcı olmaya sevk eden?
Mutsuzluk mu objektif bakmayı sağlayan, gözlerdeki perdeyi kaldıran?
Yoksa tam aksine, kelimelerinin tıkanmasını sağlayan, kara perdelerle seni boğan?
Şüphe, belirsizlik... Bunlar, birçok insanın savaşmak konusunda en çok güçlük yaşadığı konular.
Derhal giderilmesi gereken temel bir ihtiyaç gibi... Giderince rahatlıyorsun. Zaten belirsizlik halini reddediyor bünye.
Belirsizlik yaratan ortamlardan, mekanlardan, insanlardan kaçışımız ondan.
İnsan beyni endişe ve belirsizlikten kaçmak için tasarlanmış bir makine gibi sanki...
Yeşil Kadıköy sokaklarında dolaşırken belki de ilk defa belirsiz değildi şehir. İlk defa karnımın içinde kocaman bir boşluk hissetmiyordum.
* * *
Bir işinizin sonuçlanması için beklediğiniz günlerde yaşadığınız karın ağrılarını düşünsenize. Karnınızdaki o tanımlanamayan boşluk... Hani göğsün altından midenin bittiği yere kadar...
Kötü haber aldığında o boşluğun şekli değişir, tanımlayamadığın bir şekilde tüm vücuduna yayılır. Tuhaf bir “yokluk hali” hissedersin.
Birisi kalbine şırıngayla zehir enjekte etmiştir sanki ve hızla damarlarının içinde yayılmakta, seni şeffaf bir varlık haline getirmektedir.
Ellerine bakarsın, sanki onları bile göremeyecekmiş gibi. Aklında hissettiğin acı gerçeğe dönüşür, vücudun ağrır.
Sadece kalbin değil, kolun, bacağın, başın... “Zamanı ileri almanın bir yöntemi olsa” diye düşünürsün...
Baktığın her şey karanlık ve çirkin görünür.
Güneşi göremezsin, baharı göremezsin, çiçek açmış, kış uçmuş, göremezsin.
İyi hissettiren, güzel olan ne varsa hiçbirini göremezsin.
Gözlerindeki kara perde buna izin vermez.
* * *
Peki ya iyi haber aldığında? O tanımlayamadığın boşluğu, kalpten, çiçekten, böcekten tuğlalarla örüverir beynin...
Tüm bedenini baştan ayağa öyle güçlü hissetmeye başlarsın ki patlayacaksın sanırsın.
Enerji tüm gözeneklerinden dışarı doğru fışkırır. “Daha mutlu olamam” dersin.
Bu hissin sonsuza kadar sürmesini istersin.
Sonra ne olur biliyor musun?
Mutsuzluğa alıştığın gibi mutluluğa da alışırsın.
Aşk haline, her gün yüzünü gördüğün bir güzelliğe, güzel bir eve, her gün denize bakmaya, sana ne zevk veriyorsa hepsine teker teker alışırsın.
Sonra bir bakarsın eskiden “keşke olsa” dediklerin ve gelişlerini törenlerle, büyük bir heyecan ve mutlulukla karşıladıklarına karşı hissizleşmişsin.
Mutluluğa alışmışsın. Mutluluk mutsuzluğa dönüşürken aradaki bocalamanı alışkanlıkların getirdiği rutinlerle hafifletmeye çalışmışsın.
İçindeki boşluk büyümüş, artık var olan seni mutlu mu ediyor, mutsuz mu ediyor, onu bile anlayamıyorsun.
İşte öyle zamanlarda... Kendi karanlığında boğulduğunda baharın gelişinin bile sıkıcı ve sıradan olduğunu düşünebilirsin.
Sanki damarlarında kan akmıyormuş, ıslak betona basmış ve bastığın yerde donup kalmış gibi hissedersin.
Öyle belirlidir ki her şey... “Belirsiz” olsun istersin.
Size bir şey diyeyim mi?
Belki de insanı yaşatan, umut beslemesini sağlayan, yeniden başlamak için güç veren bir histir “belirsizlik”.
Tepende ışıl ışıl güneş,
barış sesleri, havadislerin en güzelleri gelse de yetmez, gevşemez bazen gönlünün telleri, şaşırma.
Kendine uygun gördüğün, o çok “belirli” demirden kozanın, kendi dünyanın içinden çıkmazsan, sana kış da aynı, bahar da.
Paylaş