Paylaş
Müsaadenizle bir kişiye teşekkür ederek başlamak isterim bu yazıya.
Bizlere artık yok olduğunu sandığımız bir dünyayı; haklarına sahip çıkan ve sorumlu bir neslin varlığını gösterdiği için, tüm kalbimle teşekkür etmek isterim ona.
O her nasıl -herhalde saygısından- “Atatürk” diyemiyor bir türlü, ben de onun adını telaffuz etmeyeceğim.
* * *
Düşünüyorum, bu hareketin bir “başı” olmadığına yöneticilerimizi niye inandıramıyoruz?
Hayatı siyaset yapmakla geçmişlere, “ideoloji de ideoloji” diyenlere “bu başka bir şey”i anlatamıyoruz?
Bit yeniği aramayı bırakmalı:
Bugün, eski yöntemlerle bağı bulunmayan, hakkını barışçıl yollarla ararken şiddetle bastırıldığında tepkisini korkusuzca ortaya koyan, sindirilmesi mümkün olmayan, anlaşıldığını düşünmedikçe de susmayacak bir nesilden bahsediyoruz.
Peki ne öğrendik bu süreç içinde?
- Baskı altında hissetmek, ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalın içindeki pirinç taneleri olmak gibiymiş...
Çuvalın nasıl patlayacağı, pirinç tanelerinin ne kadar uzağa saçılacağı belli olmazmış.
- Toplumsal düzeyde çaresizlik, hem fena bir duyguymuş hem de tetiklendiği zaman dev bir güçmüş. Dünyayı yerinden oynatırmış.
- Kendine benzeyen insanların içinde bir hayat kurarak, bu ülkenin yabancısı gibi hissederek yaşamak imkansızmış. Gün gelir, mutlaka bir yerde bu mutsuzluk, kendine çıkış yeri bulurmuş.
- İnsanın kendi kültürünün güneşin altında kalan buz gibi eridiğini görmesi, kalpte ağırlık yaratırmış.
Vakti geldiğinde, onu geri almak için herkes elinden geleni ardına koymazmış...
- Hep şikayet ederiz ya, “medeniyetsiziz” diye. Birbirimize karşı hoyratız, kabayız diye anlatıp dururuz hani...
Meğer o hoyratlık, baskıcı bir sistemin üzerimizde yarattığı gerilimden kaynaklanıyormuş.
İçimizdekileri ifade edip bir ağızdan hakkımızı elimizden almak isteyenlere karşı sesimizi yükseltebildiğimizde, ilişkiler normale dönebiliyormuş.
Sadece bana denk gelmiş olamaz:
Herkes birbirine yol veriyor, gülümsüyor...
Teşekkürler, nezaket sözcükleri havada uçuşuyor...
Geçen gün Kadıköy-Bostancı dolmuşunda para verme hikayesi merasime dönüştü. Müşteri “Çok rica etsem şunu uzatır mısınız?” diyor.
Diğeri “Aaa, ne demek, tabii, tabii” diye cevap veriyor, şoför para üstü uzatırken önde oturan müşterisine “Efendim rahatsız edeceğim sizi ama rica etsem arkaya uzatır mısınız?” diye soruyor...
Bir dolmuş seyahati hiç bu kadar keyifli olmamıştı!
- “Yurtdışında yaşama hayali” insanın kendi ülkesinden ümidi kesmesiyle peyda olan bir hismiş.
İnsanın kendi vatanına karşı mesafeli hissetmesi, üçüncü şahıslar sayesinde memleketiyle bağının koparılmasıyla ilgiliymiş.
Yurtdışında yaşama arzusu, belirli bir ülkeye duyulan sebepsiz hayranlık değil, medeniyetin, eşitliğin ayak izini sürmekmiş...
Özgürlüğe duyulan açlıkmış bir başka deyişle.
Ümitsizlikle birlikte büyüyen bir fikirmiş. İlacı “aydınlık”mış. Işıklar açıldığında geçermiş.
Şiddetin kaynağı halk değil
- Yeni neslin dilini anlamak için “yardımcıları tarafından bilgilendirilen” bir siyasetçi olmaktan fazlası lazımmış. (Ayrıca bkz: Sosyal medyayı, konuşma yaparken çalışanlarına Tweet attıracak kadar anlamış olmak.)
- Vandalları bir kenara koyacak olursak, halkın olduğu yerde şiddet yokmuş. Siyasetçilerimiz polisin olmadığı kalabalıkları bir zahmet izleseymiş, şiddet nereden geliyor, kaynağı nedir, anlamaları mümkün olabilirmiş...
- Birbirini tanımayan iki insandan biri diğerine saygı gösterirken, diğerinin küçümsemek için “sen” demesi fena bir hadiseymiş. İnsanlardan, halktan bahsederken, masadan, sandalyeden bahseder gibi BUNLAR dememek gerekirmiş. “Dil” önemliymiş. İletişimin iskeletiymiş.
- Türkiye, sorumlu, aydınlık, açık fikirli, haklarına sahip çıkan, güzel ve nazik insanların olduğu ne güzel bir ülkeymiş...
Paylaş