Paylaş
Geçen hafta “Türkiye koşullarında nasıl delirmeden yaşayabiliriz?” sorusuna yanıt aramıştık, bugün ise değişimle olan savaşımızı, bireyciliğin yükselişinin sebeplerini, hataları kabul etmeme direncimizi konuştuk...
Madem değişim hayatın tek “değişmez”i, madem değişim hayatın doğasında var, neden bununla başa çıkmakta zorlanıyoruz?
- İnsan dediğimiz varlık sınırlı. Büyüklükleri çoğu zaman algılayamayacak kadar sınırlı.
Dünyanın yuvarlak olduğunu göremeyiz mesela, sadece düz bir ufuk çizgisi görebiliriz, böyle düşünün. İnsan hayatı kısadır, hafızalarımız sınırlıdır, beynimiz ve algı mekanizmalarımız belirli şeyleri fark edebilir.
Dolayısıyla, değişim halindeki dünya, bize olduğundan daha dengeli ve kararlı görünebilir.
Değişim, siz fark etmeseniz de oradadır. Bunu genellikle göz ardı ederiz ve hayatın değişmez olabileceği illüzyonu ile yaşarız.
Bu durum, beynimizin idrak becerisine dair teknik bir hatasıdır. Her nasıl gözümüz dünyanın yuvarlak olduğunu göremiyorsa, hayatın da değişim halinde olduğunu göremez.
Bireyciliğin yükselişini neye bağlıyorsunuz? Neden belirli toplumlarda yalnızlık, insan içinde olmaya tercih ediliyor? Neden giderek başkalarıyla olmaktan ziyade kendi kendimize kalmaktan daha çok keyif alır hale geliyoruz?
- Genel olarak toplumlarda yüzde 10’luk bir dilim zaten her zaman yalnızlığı arzu eder. Geleneksel toplumlarda ise yalnızlığı arzu edin ya da etmeyin, “normal” kabul edilen hayatı sürdürmek zorunda kalırsınız.
Başkalarına kendinizi anlatmanız zordur. “Ben farklıyım” dediğinizde bu genelde kötü anlaşılır. Esasında “normal olan” diye bir şey yoktur. İyi bir toplum, kendinizi rahatça ifade edebildiğiniz, kişiler arasındaki farklılıkların insanlar tarafından algılanabildiği ve kabul gördüğü bir toplumdur.
Bir insanın kendisini rahatlıkla ifade edememesi ise acı yaratır ve yalnızlık tercih edilen bir hayat biçimi olmaya başlar.
Türkiye’deki en büyük problemlerimizden biri, hatalarımızı ve hatalarımız sonucu oluşan sonuçları kabul edemememiz. Birilerinin ihmali yüzünden insanlar hayatlarını kaybettiğinde bile hata kabul edebilen bir sorumlu bulamıyoruz. Bunu nasıl yorumlarsınız?
- Çocukları düşünün. Hep başkalarını suçlarlar. Yaptıkları hiçbir zaman kendi suçları değildir, sorumluluğu hep bir başkasına atarlar.
Hayatımıza, başkalarını suçlayarak başlarız. İnsanın kendi hatalarının sorumluluğunu alabilmesi ancak olgun yaşlarında gerçekleşir.
Ülkeleri de böyle düşünebilirsiniz. Medya da böyledir. Her zaman suçlu olarak gösterilebilecek kolay bir hedef arar. “Bunun suçlusu hepimiziz” demek yerine bir kişiyi, bir siyasetçiyi hedef göstermek kolaydır.
Bana kalırsa bir ülkede sahip olmamız gereken şey, olgun düşünebilme becerisi. Medya ise bu konuda büyük bir öneme sahip, olgun düşüncenin sesini ancak medya aracılığıyla duyabiliriz.
Fakat birileri çıkıp sürekli çocuk gibi “suçlu bu” diye bağırdığında, kabahatin hepimizde olduğunu göremeyiz.
Tabii olgun düşünce “satmaz”. Burada düşünmemiz gereken şey; “Akıl sağlığı yerinde olan, sorumlu, olgun kişilerin sesini toplumun duyacağı şekilde daha fazla nasıl verebiliriz?”
Çünkü bu “olgun ses”i toplum içinde sık sık duyduğunuzda, etkisi kendi hayatınıza da yansır.
Siz de öyle davranmaya, düşünmeye başlarsınız. İşte bu yüzden medya, insanların “normal” algısını yaratma konusunda son derece önemli.
Sürekli suçlayan, nefret yayan bir anlayış mı normal, yoksa karşısındakini anlamaya yönelik, affedici ve meseleye bir de karşı noktadan bakmaya meyilli bir anlayış mı?
Yarın: “School of Life” fikri nasıl doğdu?
Paylaş