Woody Allen “fontu”

Woody Allen’ın filmlerini sevenler ortak bir hissi paylaşırlar: Sinema salonunda yerinizi alır, filmin başlamasını beklersiniz. Siyah fon üzerinde, o meşhur “Woody Allen fontu” belirdiğinde bir sıcaklık yayılır içinize.

Haberin Devamı

Önünüzdeki iki saat boyunca dünyanın tüm dertlerinden kopacağınızı, Allen’ın yarattığı dünyada gezineceğinizi bilirsiniz çünkü.
Allen, 1977 tarihli filmi “Annie Hall”dan beri bu fontu her filminde kullanıyor.
Açılış ve kapanış jeneriklerinde, posterlerinde, her yerde sabit olarak bu fontu görebilirsiniz.
Her ne kadar popüler kültürdeki yeri sebebiyle “Woody Allen fontu” olarak bilinse de, Art Nouveau ilhamlı bu fontu tasarlayan, Eleisha Pechey isimli bir İngiliz.
1905 yılında “Windsor” ismini verdiği fontun “light” ve “condensed” hali, bugün Allen’ın alametifarikası.
The Daily Telegraph’ın bloğunda anlatılan hikayeye göre font, Allen’ın hayatına şöyle giriyor: New York’lu bir kreatif direktör olan Randy Hunt, New York Times ve Playboy dahil olmak üzere 600’den fazla markanın yazı karakterini tasarlayan ünlü tipografi uzmanı Ed Benguiat’tan ders almaktadır.
Ders sırasında Beinguat, New Jersey’de bir restoranda düzenli olarak kahvaltı ettiğini ve diğer düzenli müşterilerden birinin de Woody Allen olduğunu anlatır.
Allen, Beinguat’a “Sizce iyi font nedir?” sorusunu sormuş ve “Ben Windsor’u oldukça severim” yanıtını almıştır.
Sonrasını biliyorsunuz...
Bu tarihten sonra, Windsor’un “light” ve “condensed” formu, Woody Allen ile özdeşleşir...

Haberin Devamı

Film güzel ama bir “Midnight in Paris” değil
Gelelim son filmi “Magic in the Moonlight”a...
Söz konusu Woody Allen’ın parmağının olduğu bir dönem filmi ise, çıtası yüksek.
Bu filmi, son dönemde çektiği, New York harici bir şehirde ve dönemde geçen filmlerin şahikası olan “Midnight in Paris” ile karşılaştırmamak olanaksız tabii.
Yan yana koyduğunuzda “Magic in the Moonlight” zayıf kalıyor.
Peki neden?
Belki film eleştirmenleri için başka sebepleri de vardır ancak bir sinema izleyicisi olarak yorumum, zamanın hayli hızlı ve atlayarak akması.
Diyalogların her Woody Allen filminde olduğu gibi hayli yoğun olduğunu düşünecek olursak, filmi izlerken “Hangi ara zaman geçti, adam oradan oraya hangi ara gitti” diyorsanız, izleyicide bir boşluk duygusu muhakkak hasıl oluyor.
Allen, bu dengeyi tutturduğunda filmlerinin tadından yenmediğini biliyoruz. (bkz. Blue Jasmine, Vicky Cristina Barcelona, Match Point, Small Time Crooks ve niceleri...)
İşlenen konuyu özetleyecek olursam...
1920’lerdeyiz.
Colin Firth, çok akıllı, dünya çapında şöhretli bir sihirbaz rolünde.
İzleyici için “sihir” olan bir iş ile hayatını kazanmasına rağmen, akıl ile açıklanamayan hiçbir şeye inanmayan rasyonalist bir karakteri var.
Ünlü sihirbaz, bir gün gerçek aşk ile tanışıyor ve hayatın her zaman “rasyonel ve mantıken olması gerekenlerle” yürümediğini anlıyor.
Sözün kısası, konu aşk olduğunda rasyonalist ve kendini kibirle ifade edebilen bir adamın dahi dönüşebileceğini anlatıyor hikaye...
Gerisi için seni sinema salonlarına davet ediyorum sevgili sinefil Habitus okuru.
Umarım yanına harş hurş mısır yiyen ve konuşan bir grup denk gelmez, zira patırtılı-gürültülü bir film olmadığı için aklınızda “Güzel bir Woody Allen filmi” hissi yerine kesif bir patlamış mısır kokusu ve konuşma uğultusu kalabilir.


Yazarın Tüm Yazıları