Paylaş
Öncelikle meydandaki devasa düzlük, yani “Büyük Taksim betonu” yoktu. Meydandan İstiklal’e yürüdüğünüz zaman, ileriye baktığınızda, sadece birbirine bakan binalar ve o beton meydanın beton kolu haline dönüşmüş bir cadde görmezdiniz.
Caddenin iki yanında sıralanmış binaların karşılıklı muhabbetini yumuşatan ağaçlar çarpardı gözünüze.
Meydandan İstiklal’e bakar, bir şehrin, çok önemli bir meydanında, çok güzel bir caddenin başında olduğunuzu düşünürdünüz.
Caddeyi baştan sona yürümek, her zaman ayrı bir heyecan, ayrı bir keyifti. İstanbul’un dört bir yanından insan çeken bir mıknatıstı Taksim. Renkliydi, rengarenkti bu yüzden.
Meydanda durup İstiklal’e baktığınızda, ağaçların arasından nazlana nazlana gelen tramvay yüzünüzü güldürürdü. Neşeli bir yerdi Taksim ve İstiklal Caddesi. İnsanın içini açardı, temiz hava solumak gibiydi. “Güneşli bir haziran gününde caddede dolaşırken, ne güzel bir yer burası böyle yahu?” derdiniz.
Tabii bana gelseniz, “Melike’cim, anlat, 2004’te nasıl bir yerdi” diye sorsanız, size büyük bir ihtimalle bunları söylemezdim.
Zira Taksim ve İstiklal Caddesi civarı, kadınlar için hep tekinsiz sayılan yerlerdendi. Gece tek başınıza veya kız arkadaşlarınızla geç saatte yürümeye kalktığınızda, endişelenirdiniz. Yılbaşı kutlamalarının, “medeniyet fışkıran” taciz anlarını hatırlarsınız.
“İstiklal’e kravatsız çıkılmayan” mazideki zamanlar dışında kadınlar için pek “dost” bir yer hiç olmadı Taksim.
Fakat şimdi... Taksim’in güzel olmadığını, medeniyetten nasibini alamadığını düşündüğümüz senelerin esasında iyi zamanları olduğunu anlıyoruz. İnsan yaşadığı dönemin değerini sonradan anlarmış ya... O hesap.
Bugün Taksim’e gittiğinizde ne görürsünüz?
Bir defa, ruhuna biber gazı sinmiştir. O devasa beton, haksızlığı, hukuksuzluğu, başından biber gazı fişeğiyle vurulanları, hayatı söndürülenleri hatırlatır.
İnsan haklarının, adaletin buralara bir süre hiç uğramadığını hatırlatır.
Hem meydanda, hem de İstiklal’de, beton yoğunluğu boğazınıza sarılır. Gözünüz iki lokma yeşil arar, bulamazsınız.
En son 10 yıl önce İstiklal’e geldiyseniz, yürürken “Ben doğru yerde miyim?” diye kendinizden endişe duyarsınız. Caddeye rahat TOMA girsin, rahat rahat suyunu püskürtsün, plastik mermi ve gaz fişekleri rahat rahat hedeflerini bulsun diye, tüm “yeşil” engeller kaldırılmıştır caddeden.
Haliyle, eski halini hatırlıyorsanız, şimdi yeşilin y’sini görmediğiniz çirkin cadde sizi yanıltır.
Bölgenin o inci gerdanlık gibi görünen tarihi binaları olmasa, herhangi bir şehrin, estetik yoksunu herhangi bir caddesinde yürüyor olabilirsiniz zira. Öyle bir hissi vardır.
Hava kararır kararmaz, 5’lerli 7’şerli gezen, yanından geçen her kadına rahatsızlık vermeyi bir hayat düsturu edinmiş adamlar çıkar ortaya. Çantalarına sarılıp duvar dibinden yürüyen kadınları fark edersiniz. Artık gece 2’de, 4’te değil veya yılbaşında değil, hava karardığında her saat endişe verir İstiklal Caddesi. Boğar. Huzursuz eder.
***
Çevre kafelerde oturup etraflarına meraklı gözlerle bakan ama beton denizi dışında pek bir şey bulamayan ve çok sıkılan turistler dışında, vakit geçirmek için ilk seçeneğini Taksim ve İstiklal olarak kullanan pek kimse kalmadı artık.
Pek çok insan elini ayağını çekti, “huzur” dediğiniz artık İstanbul’un başka yerlerinde çünkü.
Atatürk Kültür Merkezi malum, olduğu yerde ama ruhu sürgünde.
İstanbul’un en önemli meydanlarından ve caddelerinden birini kültür asimilasyonuna kurban verdik. Bugün sadece zemini değil, ruhu da beton altında.
Birkaç yıldır Taksim, tekinsizliğin, huzursuzluğun, rahatsızlığın sözlük anlamı gibi. Bundan sonra bu bölgenin yardım çağrısına kulak veren olur diye umuyorum.
Neticede kültürsüzlüğün “yeni kültür” haline getirildiği, bizi biz yapan ne varsa halka sormadan, büyük bir hınçla ortadan kaldırıldığı, ortadan kaldırılamayan “taşınmaz”ların da üzerine beton dökülerek düzlendiği dönemi geride bıraktık, öyle değil mi?
Paylaş