Paylaş
“Başkalarının başarısız olmasına ihtiyaç duymamızın ve attıkları yanlış adımlar hakkında dedikodu yapmaktan zevk almamızın nedeni aslında son derece hazindir.
Çünkü yeterince ilgi görmediğimiz için biz de öfkeden kudururuz ve dolayısıyla bizi bu hakkımızdan mahrum eder gibi görünen kişileri cezalandırarak teselli bulmaya çalışırız.
Hayal kırıklığıyla son bulmuş emellerimiz, bizi başkalarının da başarısızlığa uğramasına ihtiyaç duyan başarısız insanlara dönüştürür.”
10 yıl öncesinin başarılı oyuncusu Arda Kural, bugün sokakta yaşadığına dair haberlerle gündemde. Tahmin edileceği üzere Kural’ın lekeli tişörtlü, derbeder hali pek ilgi çekiyor.
Yardım teklifinde bulunan Büyükçekmece Belediyesi kadar, düşenin, düşmesinden zevk alanlar da mevcut. Yorumlar, kalp kırıyor.
İnsanın içindeki tartı mekanizması, o ilkel terazi, bazen öyle adaletsiz sözler fısıldıyor ki, yanılabileceğini asla düşünmüyorsun.
“Adalet budur” diyorsun hatta.
Şöhretin, diğer insanlar üzerinde Alain de Botton’un ifade ettiği gibi bir etkisi var.
İyi zamanlarında “ünlü kişi”nin gördüğü ilgi öyle çok, öyle aşırı, öyle “başkalarının hakkını yer gibi” ki, düştüğü zaman kimilerinden alacağı tepki de öncekinin şiddetinde, ama tam tersi olmalı sanki.
Bir yeteneği olmaksızın, tek meziyeti televizyonda görünmek olan insanların en büyük nefreti kazanması, en çok hakareti, küfrü yemesi tam da bundan. (Mesela Kim Kardashian.)
Eski düşmüş şöhretlerin foto galerileri neden çok tıklanıyor dersiniz?
Vaktiyle çok ilgi gören, (yani ilkel teraziye bakarsanız, esas ilgi görmesi gereken nitelikli insanların hakkını yemiş gibi görünen) kişi sokaklara düştüğünde, “bunu hak etmiş oluyor” bir başka deyişle.
O ilkel terazinin sol tarafında duran “geçmişte aşırı ilgi görmüş olma” halini, ancak “bugün aşırı kötü duruma düşme” karşılıyor.
Buradan çıkan sonuç ise geçmişin aşırı, gereksizce ilgi görmüş büyük şöhretinin düşüşü, “oh olsun” dedirten bir memnuniyet yaratıyor. Bir tür rahatlama.
Alain de Botton, şöhret sahibi kişilere yönelik nefret söylemlerinin, küfür ve hakaret özgürlüğü içinde davranmanın altında yatan mekanizmayı ise şöyle açıklıyor:
“Gaddarca yorumlarda bulunmalarının başlıca nedeni, kabalık ettikleri insanın onları dinliyor olabileceğine hiç ihtimal vermemeleridir.
Yükseklerden aşağı bırakılan bombanın tesiri gibi, insanın başkalarını incitme kapasitesi onlardan uzaklaştıkça, kurbanlarının gözlerinin içine bakma zorunluluğu olmadığı zaman katlanarak artar.”
6 Ağustos 1945’te Enola Gay isimli uçaktan Hiroşima’ya nükleer bombayı bırakan ve 100 bin kişinin ölümüne sebep olan pilot Paul Tibbets, 2002 yılında The Guardian’da yayınlanan söyleşisinde pişmanlığı olmadığını, doğru olanı yaptığını düşündüğünü söylemişti.
Tanıdık hisler
“Bir oturuşta hikâyeye kapılarak gözler kızarana kadar okuyup, sonra bitmesin diye azar azar okunan kitaplar” vardır hani.
Neslihan Acu’nun “İyi Tanrının Çocukları” kitabı onlardan biri.
Bugünün romanlarını insana bağlayan en kuvvetli his, iyi bir hikâye örgüsüyle birlikte satır aralarında saklanıyor.
Romanın karakterlerinde, yaşadığımız dönemin bize hissettirdiği arada kalmışlığı, kafa karışıklığını, “3. dünya ülkesi ama bir yandan da böyle medeni gibi ama kesinlikle değil?” hallerini; bu vaziyetin doğurduğu ruh halini bulduğunuzda, “Hah, tam da böyle” dedirttiğinde, kendinize iyi bir dert arkadaşı edinmiş gibi hissediyorsunuz.
Bir bakıma “hislere tercümanlık” hali.
Hele bu hissiyat, hızla bağlanacağınız, merak dürtüsünü kaşıyan bir hikaye ile okura aktarılıyorsa... İşte o zaman tadından yenmiyor.
Bugünde geçen iyi bir romanın içinde kaybolmak isteyenler, “İyi Tanrının Çocukları”nı okumalı.
Paylaş