Paylaş
Kendi ve kendi gibilerinin “en iyi”, “ayrıcalıklı”, “başkalarına hoşgörü gösterecek pozisyonda” olduğunu düşünmek sadece belirli bir kesime mahsus değil.
Kendi gibi görünmeyene, kendi kökeninden olmayana burun kıvıranlar, kafamızı nereye çevirsek karşımıza çıkıyor.
Bir kesim, kendi gibi olmayana “Allah affetsin” gözüyle bakıyor. Annesinin karnından çıktığı andan itibaren öğrendiği bu çünkü.
Karşısındaki eğer onun gibi değilse, onun gibi görünmüyorsa, onun inandığına inanmıyorsa, onun gibi yaşamıyorsa kötü olduğunu bellemiş. Değişmiyor, değişemiyor.
Kendi siyasi çıkarı için toplumsal kutuplaştırma stratejisine yapışanlar sayesinde değişeceği varsa bile değişemiyor.
Bir diğer kesim, kibirden ve ayrımcılıktan ölecek. Üstelik bunu “iyilik hali” altında sunuyor.
Meclis’in bugünkü renkli halini tarif ederken bile vekilleri “Şu Roman’dır, şu Kürt’tür, şu Ezidi’dir” diye işaret ederek parmak sallıyor. Herkesin bir arada bulunabilme ihtimalini ayrımcılık sosuna buluyor.
Konunun kilitlendiği yer şu: O ayrımcılık öyle bir işlemiş ki derisinin içine, ayrımcı olduğunun farkında bile değil. Ayrımcılığın, inandığı yüce değerlerden geldiğini sanıyor. İyilik haliyle özdeşleştiriyor.
Kendini “aydın, modern” gibi kelimelerle tarif eden ayrımcıların, kendi gibi olmayanlara “Allah affetsin” gözüyle bakan muhafazakârlardan bir farkı yok esasında.
Her ikisi de aynı ayrımcılığı yapıyor, haritaları aynı ama inandığı değerler farklı. İşte bu yüzden, bazı konularda değişim çok zor. Zor ve yavaş oluyor.
Gezi gibi toplumsal olaylarda herkesin tek ses olduğunu görüyor, umutlanıyoruz.
Sonra manzara değişiyor, oyuncular değişiyor, yenileri geliyor, yeni konular konuşuluyor, akıl ve mantık kaidelerinin gösterdiği yerde bir araya gelmiş insanların bir kısmının o eski lanet ayrımcılıklarına hızla geri döndüğünü görüyoruz.
Ayrımcılık, ırkçılık, küçümseme, aşağı görme dürtüsü habis bir tümör gibi.
Büyük adaletsizlikler karşısında toplumun farklı kesimleri bir araya geldiği zaman iyileşir gibi yapıyor.
Herkesin bir arada haksızlığa karşı durduğu dönemin üzerinden biraz zaman geçiyor, bir bakıyorsun, hemen parmaklar sallanmaya başlıyor üst perdeden.
Birisi kibrine ve içinden bir türlü atamadığı ayrımcılığına geri dönüyor, öbürü de toplumu kutuplaştırma stratejisine dört elle sarılmaya devam ediyor.
Ne oluyor? Birbirine tepeden bakmakla, “siz mi güçlüsünüz, biz mi” oyunuyla ömür geçiyor, ömür.
Bir çatı altında yaşayan farklı insanlar olduğumuz gerçeğini kabul edemiyoruz bir türlü.
Üstünlük yarışından vazgeçmediğimiz için gerçek sorunlarla, gerçek konularla uğraşacak vakit kalmıyor. Eğitim, bilim, sanat ülkeyi besleyen damarlar olacakken, o damarların yerini çeşitli nedenlerden kaynaklanan ayrımcılık ve peşi sıra gelen “belirli insanların değerleri” alıyor.
“Benim gibi olmayan ölsün”, “Benim inancımı reddediyor, o da ölsün”, “Benim ırkım, benim etnik kökenim en iyisidir, diğerleri batsın”, “Bana benzemeyen insanlar da yaşayabilir bu ülkede fakat ancak ‘hoşgörü’ ile yaklaşabilirim onlara, fazlasını beklemeyin”cilerin bir anda fikrini değiştirebilsek, herhalde memleket pek güzel bir yer olurdu.
Eşitlikten bahsedebilirdik bir ihtimal. Sırf insanların değil üstelik, tüm canlıların eşitliğinden...
Şu “hoşgörü” ne fena bir kelime. Her zerresinden kibir, her zerresinden ayrımcılık, her zerresinden ukalalık akıyor.
Üstten bakmaktan vazgeçmiyor, had bildirmeden hiç duramıyor...
Paylaş