YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, YGS yerine “Olgun-luk sınavı” getiriyoruz diyor.
“Nihayet” mi desem, “Bugüne kadar akıllar neredeydi?” mi desem, yoksa “Nerede yanlış yapıldığı biliniyor mu da çözüm getiriliyor?” desem, ne desem, bilemiyorum. “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu soracaksak eğer, en başa gitmeli galiba. İpin ucu nerede kaçtı, neden böyle korkunç, öğrenciyi ve öğrenci ailelerini sömüren, psikolojiyi darmadağın eden bir sistemin içine düşürüldük, onu öğrenmeli. “Büyük resim” hangi ara gözden kayboldu, biz hangi ara esas hedefi unuttuk, onu bulmalı. Hangi ara detaylara takıldık, detayları “ana mesele” yaptık da esas göz önünde bulundurmamız gereken konuyu ortadan kaldırdık? En önemli soruyu soralım o zaman: YGS gibi sınavların amacı nedir? Daha doğrusu amacı ne olmalıydı? Cevabı da şu: Fırsat eşitliği yaratarak başarılarını ölçmek. Edinilen başarı ile doğru orantılı olarak onları üniversitelere yönlendirmek. Belirli konularda başarılı ve yetenekli insanların, başarılı olamayacakları meslekler için eğitim almalarını engelleyerek onları yetenekleri doğrultusunda eğitebilecek doğru okullara yerleştirmek. Siyasetçilerimizin sürekli vaat ettiği “refah toplum” için tek yol buydu. Peki ne oldu? Puanı yettiği bölümlere rastgele yerleştirilen, puanının bir yerlere “yetebilmesi” için yarış atı gibi neredeyse anasının karnında iken kursa gitmeye başlayan adamların oluşturduğu bir sistem yarattık. Bu sistemden çıkan adamların oluşturduğu bir toplumdan başarı bekledik. Baksanıza, “Büyük resim”den o kadar uzaklaşmışız ki, sınava girmenin amacını unutmuşuz. Eğitim hayatı boyunca “Okul dersi” ve “dershane dersi” diye iki ders türü girmiş hayatımıza mesela, ikisini birbirinden keskin çizgilerle ayırıp, ona göre çalışıyoruz. Halbuki esas amaç neydi? Okulda öğrendiklerimiz bizi hayata hazırlayacak, bu hazırlığın yeterli olup olmadığını da sınavla ölçecektik. Bir de şimdiki manzaraya bakın: Senelerce “test çözeyim aman” diyerek yeteneklerinden bihaber kalmış, hayattan kopmuş, dünyadan haberi olmayan genç insanlar. Allah’ınızı severseniz söyleyin, bunun tam tersi olması gerekmiyor muydu? Aslında biliyor musunuz, böyle ateşli ateşli yazmaya, itiraz etmeye, “Allah Allah, nasıl böyle olur?” demeye lüzum yok. “Her adaya farklı kitapçık” yazılımını deneyimsiz bir yazılımcıya yazdırıp ucuza kaçan ve “sehven şifre” diyen bir zihniyete “Neden öyle yaptın?” diye soru soramazsınız, çünkü yanıt alamazsınız. Kafa her yerde aynı, bakın daha geçen gün New York Eğitim Dairesi’nden 100 Milyon Dolarlı eğitim işi alıp işlerini gayet ucuz maliyetle Türkiye’deki genç bilgisayarcılara yaptıran “Uyanık Türk”ün haberini okudunuz. Okumadıysanız okuyun, bizim “şifre skandalı” ile aralarındaki 5 farkı bulun. Bizim politikacılardaki bu temel “zihniyet sorunu” bitmedikçe bizim derdimiz bitmez arkadaş. Olgunluksa, önce bu görevlere getirilenlere olgunluk sınavı yapılsın. Göreve getirilecek insanlar, eğitime tabi tutulsun. Eğitim “bir zamanlar evren dediğimiz gaz ve toz bulutuydu”dan başlasın, insanlık tarihini en baştan alınsın, toplumbilim anlatılsın. Vicdan, vizyon gibi kelimelerin anlamı kafalara çakılsın. (Vizyon biraz eğitime bağlı ama vicdan konusunu ne yapmalı, bilemiyorum. Bir yolunu bulup DNA’larına katmak lazım herhalde.) Zira “Büyük resme dönüş” başka türlü olmayacak gibi.