Melike Karakartal

Sevgililer Günü delirmeleri

14 Şubat 2012
Biliyorum, çok sıkıcı ve fazla anlam yüklenmiş bir gün...

Biliyorum, markaların ürünlerini satabilmek adına, bir yılbaşı, bir Anneler Günü gibi kullandığı ve meseleyi abarttıkça abarttığı bir gün... Ama yine de duygusal tarafımı bastıramıyorum sevgili romantik komedisever Habitus okuru!
Bakınız, en son bir otobüs firmasından Sevgililer Günü bülteni geldi. “Otobüs seyahati” ve “Sevgililer Günü” kavramları beynimde birleşmiyor, birleşemiyor bir türlü. Aklıma direkt muavin, kek, berbat kahve, bel ağrısı, horlayan amca filan geliyor, ne bileyim.
“Markaların saçma 14 Şubat pazarlamaları”ndan bahsedecek olursak, Sevgililer Günü’ne özel üretilmiş kalp şeklindeki kaşar peynirini de atlamak olmaz.
Geçen senelerde “En saçma Sevgililer Günü bülteni” payesini bir elektrikli ısıtıcı markasına vermiştim. Mutlaka hatırlayacaksınız, hani karşısında oturacak, sevdicekle birbirimize sarılacaktık. Toplum içinde “Bekar evi ısıtıcısı” olarak da isimlendirilen bu ürünün, karlı dağlardaki kulübenin içindeki süper romantik şömine gibi pazarlanması hepimizi pek neşelendirmişti. Bu sene de bu paye “kalp kaşar”ın oldu.
Hazır kalp şeklindeki kaşardan, elektrikli ısıtıcıdan, otobüs yolculuğundan bahsediyoruz, benim de bir 14 Şubat önerim olacak. Madem kimi markalar saçmalamakta bir sakınca görmüyor, buyurunuz, bu da benim Sevgililer Günü bültenim:

Aşkınızı bir “hoh”la anlatın!
Habitus’tan en keyifli Sevgililer Günü programı! 14 Şubat’ta sevgilinizi “Habitus Soğan Salatası” ile şımartın... Sevgililer Günü’nde mum ışığı altında yiyeceğiniz yemeğinizi sumak ve maydanozla marine edilmiş mis kokulu “Habitus Soğan Salatası” ile taçlandırın. Unutmayın, aşkınızın ateşi bir “hoh” kadar ötenizde!

Ana Beatriz uzun... Çok uzun!

Yazının Devamını Oku

Talihsiz beyanlar

11 Şubat 2012
Cumartesi cumartesi tadınızı kaçırmak istemem ama bu konuyu es geçmem mümkün değil sevgili kelle koltukta yaşayan Habitus okuru.

Bakınız Kızılay başkanı”Kızılay kanı olarak belirtilen kan, Kızılay kanı değil toplumumuzun kanıdır. Bu kan Kızılay tarafından üretilmemiş, hastalık bulaştırılmamış sadece bir ihtiyaç sahibine ulaştırılmak için toplumumuzdan emanet alınmıştır” diyor.       

Sağlık Bakanlığı’nın, HIV taşıyan kanın dağılmış olmasıyla ilgili bir eksiği olmadığının altını çiziyor.
Politikacıların, hayati bir hata konusunda “kabahatimiz vardır” itirafını yaptıktan sonra AMA diye lafı bağlayıp kendilerini övecek bir konu bulma hallerinin en müthiş örneği değildir de nedir bu?
HIV taşıyan kanın alınmış ve dağılmış olmasında kan veren kadar bunu alan kurum ve kabahatlidir ve bu işin AMA’sı olmaz, olamaz!
Hem “Kan toplumumuzun kanıdır, biz üretmedik” ne demektir, nasıl talihsiz bir beyandır?
Bu nasıl bir anlayıştır? Kızılay’ın kendi ürettiği pis kanı dağıtması diye bir konu yok ki ortada? Bu nasıl bir dikkat dağıtma, konudan uzaklaştırma yöntemidir?

Yazının Devamını Oku

Magazinle baş etme yolları

10 Şubat 2012
Şöhret sahibi olmak demek, magazin basını tarafından takip edilmek demek, bunu çok iyi biliyoruz, değil mi? Dahası var üstelik: Özel hayatın meslekten daha çok konuşulması ihtimali demek. Her yanının didiklenmesi demek...
Bu, sadece bizde değil, tüm dünyada böyle. Hatta bazen daha sert, daha kışkırtıcı, daha saygısızca, daha zorlayarak...
Hatırlayacaksınız Megan Fox bile söyledi bunu Türkiye’ye geldiğinde, “Sizin paparazziler daha kibar” diye...
Magazin haberlerinin çıkış noktası nedir? Ünlülerin merak edilen yönlerini haberleştirmek, okura ulaştırmak. Bu haberlerin tümü, okurlar tarafından da büyük bir iştahla okunuyor; zaten ortada bir talep olmasaydı böyle bir konudan da konuşuyor olmazdık...
Peki ne oluyor ona bakalım. şöhret sahibi insanların hayatlarını takip eden bir “medya kolu” olduğunu söylüyoruz ama haberlere konu olan birçok isim, basit bir iş olan “gerçeği konuşmak” yerine başka yöntemler tercih ediyor.
Bu yöntemler çok çeşitli; mesela kameraların nöbet beklediği yerlere gidip görüntülenmek istemiyormuş gibi davranmak, ilişkisini reddetmek, yalan söylemek, hiç konuşmamak... (Yalan söylemektense, hiç konuşmama seçeneğinin daha samimi bir davranış olduğunu söyleyebiliriz tabii.)
Tabii, burada önemli bir detayı da atlamamalı: Göz göre göre yalan haber yapan, ünlüyü konuşturmak için kışkırtan, sınırlarını bilmeyen, elinde mikrofon, sırf haber çıksın diye röportaj yapmak istemeyen insanın peşinden hakaret eden insanlardan bahsetmiyorum. Onlar, konunun dışında.

Formül basit

Şöhret sahibi insanlar tarafından baktığımızda, spekülasyona mahal vermemek o kadar kolay ki aslında...
Mesela Gökçe Bahadır ve Ali Sunal, bu kadar haber yapılmasına rağmen sessiz kalıyor ve gerçekte ne olduğunu bir türlü açıklamıyorlar.
Oysa ki basitçe, (ya da bilmemiz gerektiği kadar diyelim) “boşanma gerekçesi” açıklasalar, “Yoksa aldattı mı?... Gerçek sebep bu muydu?” haberlerinin çıkmasına kendiliklerinden engel olacaklar...
Magazin dünyası tarafından yeni yeni mercek altına alınan isimler ve onları yönetiyor gibi görünen insanlar da ne yapacaklarını bilmez bir durumda davranıyorlar. Olan bir duruma “yok” diyorlar, kaçıyorlar...
Hani “arkadaşını seyahatte tanırsın” derler ya. Bunu şöhretler dünyasına uygulayacak olursak, “Bir ünlünün ve çevresinin gerçek yüzünü kendini zor durumda hissettiği, haksızlığa uğradığını düşündüğü zamanlardaki beyan ve davranışlarından, ona yardım etmeye çalışan insanlara yaptıkları ikiyüzlülüklerden tanırsın”a çevirmek mümkün...
Formül basit aslında: Madem magazin basını rahat durmuyor, toplum önünde iş yapan insanların, medyada çalışan eş-dostu kullanıp bir kenara atmadan, basit stratejilerle kendini koruması mümkün.
Gerçeği, lüzum gördüğün kadarıyla paylaş!
Yazının Devamını Oku

Çok sıkıldım!

9 Şubat 2012
Bir değil, iki değil, üç değil, her gün 80’ler, 90’lar muhabbeti yapanlardan: Tamam, kabul ediyorum, seviyoruz nostaljiyi.

İnsan arada “ne güzeldi o tek kanallı günler” yapıp eğlenebiliyor fakat her gün de mazi hatırlanıp iç çekilmez ki arkadaş. Ya da ‘Seksenler’ dizisinin yayınlandığı her gün nostalji yaparak iç çekmemiz olanaksız. Diziyi gündemde tutmak için başka konuşturma yöntemleri bulmak gerekiyor galiba.
- Madonna gelmesin kampanyası yapan Nihat Doğan’dan: Nihat Doğan Madonna gelmesin kampanyası yapıyor, biz de sanki Madonna “Aman Allah’ım! Yoksa... Yoksa Nihat Doğan beni istemiyor mu? Kesinlikle gelmiyorum!” diyecekmiş gibi, gündemi işgal etmesine müsaade ediyoruz. Bazen ne hissediyorum biliyor musunuz? Bir haltlar oldu, ne bileyim mesela o kadar çok 80’ler konuştuk ki zaman bile isyan etti bu duruma ve paralel dünyaya savurdu bizi. Paralel dünyada da Nihat Doğan memleketin başına oturmuş. O yüzden dedikleri bu kadar önemli, o yüzden Twitter’da bir tam gün boyunca “Trending Topic” olabiliyor ve bir tam gün üzerine ciddi ciddi muhabbet
dönebiliyor.
Herkes Nihat Doğan’ın kampanyasına bozuluyor, sinirleniyor, bitmez bir laf sokma yarışı, bitmez bir kızgınlık...
- Pampiş ve ciciş’lerin “nor-malleştirmesi”nden: Pampiş’in oryantal dans kılıfı içinde mal beyanında bulunduğu videoyu gördünüz. Artık teşhircilikte geldikleri noktadan bir sonraki adımın meydanlarda soyunmak olduğunu söylemek mümkün.
Ne yaptıkları ortada iken, bu işi, tüm gazeteler ve magazin sitelerinin el ele verip “normalleştirme” halini hem bir yazar, hem de her gün magazin haberleri için bu yayınları açan bir okur olarak kınıyorum.
Teşhirciliğin “basit bir insanlık hali” olmadığını biliyoruz. Bu durumun daha ne kadar “Herhangi bir magazin haberi” gibi gösterilmesini izlemeye mecbur kalacağız?

Kıvanç’ın farkında mısınız?

Yazının Devamını Oku

Kitap mı tablet mi?

8 Şubat 2012
Orta parmaktaki kalıcı şişlik ve ilkokul çağından itibaren başlayan omurga-sırt problemleri görünen o ki, tarihe karışıyor.

Konu her ne kadar henüz test aşamasında olsa da yeni nesil şanslı, pek kıskandım onları ve “Bizim suçumuz neydi” demeden geçemeyeceğim.

Çok iyi hatırlıyorum. Ortaokul ve lisede sistem daha farklıydı ama ilkokuda kesinlikle haftalık ders programı verilmezdi. Hamal gibi ne kadar ders kitabı ve defter varsa çantaya tıkıştırıp okula taşırdık. Çantalar her zaman taşıyabileceğimizden ağır olurdu. Eylülden hazirana, haftada 5 gün sürerdi bu işkence.

Okulda dolap olması hakikaten çok büyük masraf mı diye birbirimize sorardık. Ne olur ihtiyacımız kadar kitap taşısak, ödevimiz olursa kitaplarımızı eve götürsek, bu işkence son bulsa diye hayal kurardık.

“Ne kadar çok yazı yazarsak o kadar iyi öğreniriz” anlayışı geçerli olduğu için günde 5 saat tahtadan deftere yazı geçirirdik.

Yazının Devamını Oku

Beyne filtre şart!

7 Şubat 2012
Düşünün: İnternetinizi keseceğiz. Hatta elinizden cep telefonunuzu da alacağız. Randevularınızı ev telefonundan ayarlayacak, buluşmalara geciktiğinizde “Trafik berbat, geç kalıyorum” mesajı gönderemeyeceksiniz.

Ne Twitter’a bakabileceksiniz, ne Facebook’a.

Bir ihtiyacınız olduğunda imdadınıza koşan aplikasyonlar ya da “Google’da arayayım da bulayım” kolaylığı olmayacak.

Sessizlik anlarında herkesin aynı anda telefon karıştırmak için başlarını eğmesi sonucu oluşan, “oturur pozisyonda saygı duruşu” görüntüsü veren durum yaşanmayacak.

Tüm bunları düşündüğümde hafif hafif nefesimin daraldığını itiraf etmem gerekir.

Yazının Devamını Oku

Hatice Özhan haklı mı?

4 Şubat 2012
Biliyorsunuz, dün Ahmet Özhan’ın eşi Hatice Özhan, Kelebek’ten Demirhan Hararlı’ya içini döktü.

Hatice Özhan, evlendikleri yıllardan beri eşinin başka bir kadınla ilişkisi olduğunu, boşanmaya yanaşmadığını, ikili ilişki istediğini ve şeriat kurallarına göre yaşadığını söylüyor.
Tabii yine bir aldatma/ayrılık/boşanma meselesi ortalara döküldüğü için haberi okuyanlar ikiye ayrılmış durumda.
Bir grup “Kendi aralarında halletseler ya, mahkemeler ne için kardeşim?” derken, diğer grup ise “Konuşacak tabii, insan çaresiz kaldığında son şansını kullanmalı” hisleri içinde.
İlişki detaylarını herkesin okuyacağı bir kaynakla paylaşmak, üstelik detaylar tatsızsa eğer, hiç şüphesiz içinde “rezil olma” hissini barındırıyor. Kendi özel hayatınızı, ilişkinizi ortaya dökmekle herkese, hem kendiniz hem de ailenizle ilgili yorum yapma hakkını vermiş oluyorsunuz.
Hatice Özhan, bu olumsuzlukları yaşamayı göze alarak konuşmuş.
“Gündeme gelmek için yapıyor” diyenlere katıldığımı söyleyemem. Albümü çıkacak, dizisi başlayacak bir kadın değil ki; kendi halinde, iki çocuklu bir kadın Hatice Özhan. Niçin kendini ortaya atma ihtiyacı duysun?
Şöhret sahibi kocası olan bir kadın, derdine çare bulamadığı için, her ne kadar riskli bir hareket olsa da, “Çaresini ben bulamadım, gerçekleri anlattığımda kopacak yaygara sonucunda belki çözülür” yöntemiyle derdine derman arıyor.

Yazının Devamını Oku

Sorular-Cevaplar

3 Şubat 2012
Sevgili kadınlar. Biliyorum, bazen gözümüzün önündeki gerçekleri görmek, dostlarımızın uyarılarını dinlemek pek mümkün olmuyor. Kendimizi kandırmayı pek iyi biliriz malum...

Peki. Madem annenizi dinlemediniz... Arkadaşınızı dinlemediniz... Ofisteki, kafedeki, restorandaki, sokaktaki insanların size olan bakışlarını yanlış anladınız; dedikoduları kulak arkası ettiniz... Belki beni dinlersiniz! 

Soru 1: Çok yüksek platformlu ve sivri topuklu ayakkabıyla güzel görünürüm, değil mi?

Hayır. Topuktan 45, tabandan 20 santim yükselten ayakkabıları kadınların çoğu “Ay çok güzel gösteriyor, bacakları uzatıyor” zannetmekte, fakat bu ayakkabılar, “Yaralı ceylan yürüyüşü” olarak adlandırdığımız bir yürüme şekline neden olmaktadır. Şimdi, eğri oturalım, doğru konuşalım. Bacak uzamasına uzuyor ama bu uğurda bacağı sakatlamaya değer mi?

Hem bacak boyu uzuyor diyorsunuz fakat sekerek yürümeye mecbur kalınca, otururken sergilediğiniz o narin haliniz ayakta iken “Sirkte iki uzun çubuk üzerinde yürümeye çalışan palyaço” görüntüsüne dönüşebiliyor. “İnsani boy” topuk ile rahat yürümek, zarif bir duruş yaratmak yerine ayağa bir çift örs takmak, striptizci ayakkabısı giymek niyedir?

Yazının Devamını Oku