Biz de yanlış anlamışız konuyu... Şehirciliği, üzerinden para kazanmamızda sakınca olmayan bir oyuna, kumara döndürmüşüz.
Geleceği planlamamışız çünkü önce para kazanmak önemliymiş... Üst üste derme çatma genişletmiş ve durumun kontrolden çıkabileceğini düşünmemişiz.
Şehirleri korumamışız çünkü hızlıca cep doldurmak varken tarihin, mirasın bir önemi olmamış. Hep kısa vadeli-çok mali getirili planlara kurban edilmişiz.
Bu planların mimarları kendi yaşadıkları yeri elleriyle batırır ve büyük paralar kazanırken bir gram vicdanları sızlamamış.
Şehir, onu bilmeyenlere emanet edilmiş.
Şehir kültüründen uzak olan insanlar, kendini ait hissetmediği bir kültürü koruma ihtiyacı hissetmemişler. Krizlerde bulunan çözümler hep kısa vadeli ve iptidai olmuş.
Kalıcı, uzun dönemli planlar yapamadıkları için şehrin karakteri değişmiş.
Doğru, evimizin sıcaklığını artıracağını söyleyen mobilyacılar, çocukluğumuzun tadına ve duygusuna, ilk deneyime oynayan, kendini tüketiciye fark ettirmeksizin günlük hayatın bir parçasıymış gibi pazarlayan markalar yanılmıyor.
Oyunlarını, ülkelerin kendilerine has kültürleri ve günlük alışkanlıklara uygun hazırladıkları stratejilere göre oynadıkları zaman, arzuladıkları başarıya ulaşıyorlar...
Tabii markaların her ülkede, her kültürde farklı stratejiler izlemesi icap ediyor. Bir ülkede çok satan ürün, bir başka ülkede farklı pazarlanmadığı takdirde, başarısızlıkla karşılaşabiliyor.
Çünkü tek model, her ülkenin alışkanlıklarını karşılamayabiliyor.
- “Gece çıkmak mı? Neden gece çıkayım ki? Ne saçma, bir mekana gidip kazık gibi duracak mıyız yani? Çıkacağıma evimde oturur paşa paşa filmimi izlerim” diyorsanız...
- Kanepede otururken aniden ayağa kalkıp yürümeye başladığınızda, ağzınızdan “Aaay... Ooooy... Beliiim... Aaaay...” gibi birtakım sesler çıkıyorsa...
- Tam aklınızdan “bugün makyaj yapmadım, ayağımda da ergen spor ayakkabıları var, herhalde olduğumdan küçük görünüyorumdur” gibi düşünceler geçerken bir anda uzaklardan gelen bir “.... abla” sesi ile uyanıyorsanız... Hadi kızlar tamam ama kazık kadar erkekler de size ABLA demeye başlamışsa... (Daha bunun teyzesi var tabii...)
- Telefonun ucunda adamın biri “Biz emniyet müdürlüğünden arıyoruz, bu nümero kime ait” dediğinde durumun hemen farkına varsanız da bir an olsa bile adınızı söylemek aklınızdan geçiyorsa... (“Kimi aradınız, söyleyin!” dediğinizde küfrü yemek garanti.)
- Markete gidip ne alacaksanız çifter çifter sepete atmaya başladıysanız... (Zulacı kişilik gelişimi)
- İnci rengi ojeye “Neden olmasın” türü bir yaklaşım içine girdiyseniz...
- Yenilikler değil, eskileri hatırlamak karnınızda kelebekler uçuşmasına sebep oluyorsa...
Eskiden tatil planı yaparken ne çaresiz, ne seçeneksizdik, bilmem hatırlar mısın?
Tur şirketinin sana önerdiği otele gider veya bir yerlerden rastgele duyduğun otele telefonla rezervasyonunu yaptırır, orada beklediğinden düşük standartlarla karşılaşırsan çaresizce tatilini sürdürür ve ağzında berbat bir tatla geri dönerdin.
Artık “akıllı tatilci” dediğin tatile gitmeden önce her adımını garantiye alıyor.
Planını yapıyor, kısıtlı tatil günlerinde savrulmamak, kötü deneyim yaşamamak için dört bir koldan kendini korumaya alıyor.
Peki nedir iyi bir tatilin püf noktası?
İyi bir tatilin püf noktası “kullanıcı yorumlarını ciddiye almaktır sevgili garantici Habitus okuru.
Bakınız uyarıyorum, her nereye gidiyorsanız gidin, öncelikle tripadvisor.com ve booking.com’da, kalacağınız yerin kullanıcılar tarafından nasıl yorumlandığına bakın.
Şehri esir alan inşaat çılgınlığının sizin civarları da sardığına eminim.
Her gün 50’lerde, 60’larda yapılmış bir binanın indirilip yerine yenilerinin yükselmesini izliyoruz.
İyi, güvenilir firmalardan çıkan modern bina planları, daire sahiplerine halihazırda sahip olduklarından daha yüksek standartlar sunabiliyor.
Hal böyle olduğunda, daireler küçülecek olsa dahi, projeler apartman sakinleri tarafından kabul edilebiliyor.
Tabii “yıkım ve yapım rüzgarı”ndan nasibini almak isteyenler de var.
Daireleri küp küp odalara bölüyor, çakallık uğruna daireleri akıl almayacak formlara sokuyorlar...
Apartman boşluğuna bakan karanlık odalar icat edip bunu yeniden yapmak istedikleri apartmanların yönetimine sunuyorlar.
Her seferinde bana esasında ne kadar güzel bir şehirde yaşadığımızı hatırlatır.
Ha, kolay olmaz hatırlamak... Önce sinirlenirim. “Hadi eski İstanbul olsa tamam ama şu yaşadığım şehrin nesini seveyim?” diye sorarım.
Bir turist gibi hissetmek isterim, olmaz. O “Vavv auvv İstanbul” diyen turistleri bir gece FSM köprüsünde, KGS sırasında, TIR’ların arasında egzost ve
“vroanvroannn” sesleri arasında bırakmak isterim.
Nasıl olmasın? Sokakta gazete okumak mümkün değil, mesela bankta otursan gazeteyi açtığın anda beş kişilik yer kaplarsın.
Kafede okumaya kalksan iskemlende yan dönüp boş bir alan bulmak şart olur.
Azıcık rüzgârda ters dönmüş şemsiye kadar yorar adamı.
Vapurda, metroda okumaya kalksan “bir kağıt en fazla ne kadar katlanabilir” testi yapmak, Japon kağıt katlama sanatı origamiden faydalanmak zorunda kalırsın...
İnsan bu kadar gerzek yerine koyulunca, körler ve sağırların birbirini ağırlayıp berbat işlere “müzik de, fikir de harika” diye sırt sıvazladıkları işleri gördükçe sinirler yerinden oynuyor.
Tüketici araştırmalarının yapılmadığı, “acaba bu söylediğimiz bilimsel açıdan kanıtlanmış mı” endişesi bulunmayan basit, bugün bakınca güldüğümüz reklamlar bile daha iyiydi.
Hoş, hâlâ reklamların bilimsel gerçekliklerle bir ilgisi yok, o da ayrı konu.
Hal böyle olunca, reklam izlemeyi sevenler bile artık reklam kuşağı geldi mi derhal kumandaya davranıyor.