Paylaş
Kaliteli malzeme bulduğumda, çok alıyor, depoluyorum.
Yakında National Geographic’ten gelecekler, “Melike Hanım, sizin kıyamete hazırlandığınızı duyduk, bizde öyle bir program var, hayatınızı çekmek istiyoruz”
diyecekler ve hiç şaşırmayacağım.
Eskiden böyle değildim tabii. Yemek yapmak büyük zul gelirdi.
“Ne yiyelim?” sorusuna yanıt aradığımız sürecin sonu, açlıktan halsizleşip telefona ya da internete sarılıp sipariş vermekle sonuçlanırdı.
Uzun zaman dışarıda yiyince/dışarıdan söyleyince olan pek değişmiyor:
Önce yemeği beğenmemeye başlıyorsun.
Sonra “Bunun daha iyisini ben yaparım be!” diyorsun. Ardından verdiğin paraya acıyorsun, “Bununla bir aylık market alışverişi yapabilirdik” gibi cümleler havada uçuşuyor.
Bir de üstüne restoranın koşullarına şahit olursan, dışarıda yemekten tamamıyla soğuyorsun.
Kendi yemeğini kendin yapmaya başlıyorsun. Bir kere de elin alıştı mı, eskiden “vakit alır üşenirim” dediklerini 10 dakikada hazırlayabilir hale geliyorsun...
İşte, bana da aynen böyle oldu. Artık öyle bir noktaya geldim ki, vakit olsa ekmeğimi de kendim yapacağım. Dışarıda kırk yılda bir yiyorum. (Onda da pişman oluyorum.)
Şunu kabul etmek lazım: Dışarıda önünüze sunulan yemekler iyi olsa dahi, esasında iş malzemede bitiyor.
Toptan alınan malzemelerde “yüksek kalite, iyi fiyat” değil, kar etmek için “idare eder kalite, çok düşük fiyat” mantığı uygulandığında, evinize dahi
sokmayacağınız kalitede besinleri restoranlarda afiyetle yemiş oluyorsunuz.
Evin dışında size hizmet sağlayan çoğu mekan, kendiniz için “olmazsa olmaz” dediğiniz minimum koşullara bile sahip değil. Üstelik, evinize sokmayacağınız
malzemelerle, gerçek temizlik koşullarının söz konusu dahi olmadığı ortamlarda yapılan yiyecekleri yemekle kalmıyor, ederinden de fazla ödüyorsunuz.
Marketten aldıkları hazır mezeleri “taze meze” diye kakalamaya çalışanlarla eminim karşılaşmışsınızdır.
Peki, gittiğiniz balıkçıda-kahvaltında kaç kere önünüze kurumuş peynir geldi? Kaç kere servisinizi değiştiren servis elemanı, ağzınızı silerek önünüze bıraktığınız peçeteyle masanızı temizledi? Kasiyer kaç kere para mıncıkladığı eliyle yiyeceğinize dokundu? Kaç kere öksürdüğü eliyle size vereceği yiyeceği tuttu?
“Parmağını yalayıp poşet verme” meselesi zaten gıda sektöründe çalışan çoğunluğun kanayan yarası.
Tükürüklü poşet ve kağıtlarla haşır neşir olmaktan kaçamıyoruz...
Çamurlu leğende yiyecek taşımak!
Yiyecekler konusunda durum böyle vahimken, bir de su derdimiz var. Damacanalarla ilgili endişelerimiz hala giderilmiş değil. Nasıl temizlendiği, hangi koşullarda saklandığı muamma.
Peki ya yiyeceklerin saklanma, taşıma koşullarına ne demeli?
Ürünlerini kendisi pişiren ya da sağlayıcı şirketlerden satın alan pastanelerden alışveriş yaparken dikkatli olun.
Ürünlerini nasıl pişirdiklerine, taşıdıklarına ve sakladıklarına dikkat edin.
Bakınız, size en yakın örnek: Evvelki gün Kozyatağı’ndaki bir pastaneden pasta almak üzereyiz...
Pastalar henüz yeni gelmiş, vitrine dizilmemiş.
Biz çeşitlere bakmak isteyince, henüz dizilmemiş pastalar neyin içinde geldi dersiniz?
Pis plastik leğenlerde! Hani eskiden Uğur Dündar’ın baskın yaptığı pis imalathanelerde yerlerde gördüğünüz, en son ne zaman su değdiği muamma mide bulandırıcı plastik leğenler vardır ya. İşte onlardan. Bildiğiniz çamurlu.
“O plastiklerin halinin farkındasınız değil mi?” dediğimde aldığım cevap da manidardı: “Dışı pis ama içi temiz...”
Hal böyle olunca imkanımız olsa bırakın kendi ekmeğimizi, kendi suyumuzu bile kendimiz üretsek yeridir.
Bedeninize soktuğunuz besinlere dikkat edin. Bu işin hakikaten şakası yok.
Paylaş