Melike Karakartal

Moda yorumlarında sorun var!

22 Kasım 2012
Moda programları bir süredir pek gündemde. Kadınlarımız doğru kıyafetleri seçebilen, en şık giyinen insanlar olmak için yarışıyor ve jürili programların podyumlarında ter döküyorlar.

Bu programlarda jürilerin diline hiç dikkat ettiniz mi?

Moda konusunda usta olarak değerlendirilen ve ahkam kesme hakkı verilen “ikon”ların, modellerin, modacıların yarışmacılarla nasıl konuştuğuna kulak kesildiniz mi? Önerilerini dinlediniz mi?

Ben size birkaçını sayayım: “Çok hoş”, “Bence bu uyumsuz”, “Eğer gece çıksaydın tamam ama gündüz için olmamış”, “Makyajını yanlış yapmışsın...”, “Ben beğenmedim...” Peki nerede bu işin profesyonel tarafı?

Zira bu tip cümleleri sokakta çevireceğiniz herhangi bir kişiden de duyabilirsiniz. Nerede gerçek moda tüyoları? Nerede gerçek püf noktaları?

Yazının Devamını Oku

Prensessek sebebi var

21 Kasım 2012
Vamp-ı Memnu’nun üçüncü ve son filminde Bella’nın peşinden yakışıklı yakışıklı koşturan Edward ve Jacob yüzünden kaç genç kız telef olacak, sorarım size a dostlar.

Vaktiyle, bizim (70’lerin sonu 80’lerin başlarında doğanlar) nesli yakan film de benzer özellikleri gösteriyordu, bir kızın etrafında fır dönen karizmatik, kuvvetli iki erkek.
1995 senesinde çekilmiş, Sean Connery, Richard Gere ve Julia Ormond’lu “First Knight” isimli filmi bulup izleyiniz çok rica ediyorum.
Fakat bu filmden, gelişmekte olan ergen kızınız filan varsa, uzak tutunuz. Ben 15-16 yaşında bu filmden zehirlendim. Ergen kızlarınızı aslında Alacakaranlık’tan da uzak tutmanız gerekiyordu ancak sanırım çok geç.
Bu bahsettiğim filmde kısaca şöyle olaylar dönüyordu: Kral Arthur’u oynayan Sean Connery, prenses Guinevere’i oynayan Julia Ormond ile evlenecek.
Bu esnada Guinevere birtakım kötü adamlar tarafından kaçırılıyor. Bu arada Richard Gere de, çocukluğunda köyünü barbar birtakım adamlar yaktığı için “Evim olmasın bari, böylece bir daha ‘ay evim yandı’ diye üzülmem” diyerek kendini ormanlara vurmuş ve hayatta kalma taktikleri konusunda uzmanlaşmış Lancelot’u canlandırıyor.
Olaylar gelişiyor ve yakışıklı Lancelot, prensesimizi kötü adamlardan kurtarıyor. İşte o anda bir aşk doğuyor sevgili masallarla büyüyen Habitus okuru.
Şimdi konuyu uzatmayayım ama Guinevere kızımız iki aşk arasında kalıyor. Filmin sonunda Kral Arthur, ölüm döşeğinde krallığı ve karısını Lancelot’a emanet ediyor, “Al Lancelot. Kendimi biraz keko gibi hissediyorum şimdi ama onları başıboş bırakacağıma sana vereyim. Onlara en iyi sen bakarsın. KİB ÖPTÜM BYE” diyor ve öbür dünyayı boyluyor.

Yazının Devamını Oku

Konser hallerimiz

20 Kasım 2012
Her memleketin kendine has “konser halleri” var sevgili müziksever Habitus okuru. Jennifer Lopez konserinden sonra artık bir “genel vaziyet” haritası çıkarmak farz oldu. Zira konser veren isimler değişiyor ama bizim “konser hallerimiz” pek değişmiyor. Şöyle ki...

- “Çin seddi” babaları:
Ayakta konser izleyenler arasında, “karısı ve çocuklarına yer açma derdinde cengaver baba” mutlaka vardır. Kendi ailesinin hakkını korumak için başkalarının üzerine basmakta bir sakınca görmez. Talihsiz bir insansanız, önünüze dizilen dört farklı “çocuğunu omzuna almış baba” yüzünden Çin Seddi’nin arkasından konser izlemeye çalışıyor durumuna düşebilirsiniz.

- Eleştirel entel ikili:
Jennifer Lopez gibi “sanat” vadetmeyen şovları hiç sevmezler fakat “zamanın ruhundan geri kalmamak için” mutlaka gitmeleri lazımdır.

Sahnedeki şahsı beğenmezler, konuyla ilgileri yoktur, o nedenle tartışma programı karakterleri gibi kollarını önlerinde sımsıkı bağlar, iyi vakit geçirmeye çalışanları ve şarkılara eşlik edenleri küçümseyerek izlerler.

Yazının Devamını Oku

“Off the record”

17 Kasım 2012
Bugün Kelebek’te Glee’nin dördüncü sezonunda gördüğünüz yeni genç oyuncularla yaptığım röportajı okudunuz.

Aslında bu, Glee oyuncularıyla olan röportajlarımızın sadece bir parçası.
Hepsini bir anda tüketmemek için “yeniler” ve “eskiler” olarak ayırdık.
Çok kısa bir süre sonra Chris Colfer (Kurt), Matthew Morrison (Will) ve Darren Criss (Blaine) röportajlarını da okuyacaksınız.
20th Century Fox ile gazeteciler arasında yapılan anlaşma gereği, oyuncularla birlikte fotoğraf çekme imkanı bulamadık ne yazık ki.
İki sene önce The Pacific dizisi için oyuncu ve yapımcılarla röportaj yapmaya gittiğimde başroller Jon Seda ve James Badge Dale’i asansörde yakalamış ve bir “Reha Erus pozu” yakalamayı başarmıştım. Bu defa ne yazık ki mümkün olmadı.
Madem size ortamı, oyuncuları gösteremiyorum, biraz anlatayım.
Acaba Glee oyuncuları nasıl insanlar? Nasıl davranıyorlar, gerçek halleri neye benziyor? İşte Glee oyuncularına dair “off the record” notlarım...

- CHRIS COLFER:

Yazının Devamını Oku

Skyfall notları

16 Kasım 2012
Nihayet Skyfall’u izledim, söyleyeceklerim var sevgili sinefil Habitus okuru. Lafı uzatmadan başlıyorum:

- Sean Connery, Roger Moore, Pierce Brosnan gibi naif, sinsi, kadınları kendine aşık eden, şeytan tüylü İngiliz ajanı karakterinden sonra her defasında Daniel Craig’i yadırgıyor insan, bu defa da aynı his baki.

Daniel Craig fırından çıkmış taptaze ekmek gibi yüzü, öne doğru büzdüğü dudakları ve vücut geliştirme yarışmasına hazırlanır “fit”liğiyle hâlâ “janti ajan” karakterine oturmuyor. Daha ziyade Arnold Schwarzennegger, Sylvester Stallone veya Dolph Lundgren’li aksiyon filmi karakteri gibi duruyor. Craig kardeşim yakışıklı olmasına yakışıklı ancak James Bond deyince insanın aklına “slim-fit” bir karakter geliyor.

Önümüzdeki yıllarda Robert Pattinson, Rupert Friend gibi İngiliz aktörleri Bond olarak görmek isteriz. Bakınız, gördüğünüz çizim, James Bond serilerinin yaratıcısı Ian Fleming’e ait. Hayalinde Ajan Bond’u böyle canlandırmış...

Yazının Devamını Oku

Bir “marka”yı neden seversiniz?

15 Kasım 2012
Dünyanın farklı ülkelerinde at koşturan global bir marka, bulunduğu ülkenin koşullarını iyi analiz edebildiği ve orada yaşayan insanların duygusal ihtiyaçlarına cevap verebildiği zaman, başarıya ulaşıyor.

Kokuyu doğru aldığında, atacağı bir sonraki adımın ne kadar etkili olacağını da öngörebiliyor.

Toplumun ihtiyacı olan bir kavramı ele alıp, haritasını o kavrama göre çizdiğinde, yüzbinlerce, milyonlarca insanı etkisi altına alabiliyor.

Bunun yanı sıra, tüm dünyada etkili işler yapan büyük şirketler, mevcut düzen içinde “marka” algısı oluşturmanın sadece çok ürün satmaktan, sadece çok insana ulaşmaktan ve sistemin lokomotif oyuncusu olmaktan geçmediğini de çok iyi biliyor.

Akıllı markalar, artık sadece ticaret yapmıyor.

Yazının Devamını Oku

Mozaiklemede ayar kaçması

14 Kasım 2012
Artık sigaranın mozaiklenmesine alıştınız tahmin ediyorum. En sevdiğiniz filmleri, dizileri izlerken “ahlaksız” sahnelerin makaslanmasına da.

Tüm bunlara sinirlendik. RTÜK’e “Kendimi neden koruyacağıma sen mi karar vereceksin?” dedik, celallendik.

Fakat esas konuyu es geçiyoruz. Daha doğrusu yanlış konuya sinirleniyoruz.

Bugüne kadar ne mozaiklendiyse, ya “sağlığa zararlı”, ya ahlak dışı olduğu söylendi. İşin ayarı kaçtığı zamanlarda da “geleneklerimize aykırı” dendi.

RTÜK’ün cezalarından korkan yayıncılar “Gençlerimiz sağlığa zararlı alışkanlıklar edinmesin” diye sigarayı mozaikledi.

Yazının Devamını Oku

Bize nefes alacak yer lazım!

13 Kasım 2012
İstanbul, içinde barındırdığı milyonlarca insanı mutlu etmekten uzak bir şehir.

Her dakika nefesini ensemizde hissettiğimiz deprem ve herkesin evinin başına yıkılma riskiyle yaşadığımız gerçeğini cebimize koyalım.

Halihazırda kaos içinde yaşarken, bir doğal afet söz konusu olduğunda hayatın nasıl arapsaçına döneceğini insan hayal bile edemiyor.Mümkün değil ama deprem huzursuzluğumuzu bir yana bıraktık diyelim. Ömrümüzün değil gün, değil ay; yıllarını trafikte bekleyerek geçiriyoruz.Ailemize, evimize, kendimize ayıracağımız vakti yollarda harcıyoruz.

Tüm enerjimizi yollarda bırakıp pestilimiz çıkmış biçimde evimize dönüyoruz. Bu döngü haftada en az beş gün böyle.

Bir şehrin yaşanabilirliği, içinde barındırdığı kalabalıkların hayatını ne kadar kolaylaştırdığıyla ölçülür.

Yazının Devamını Oku