Paylaş
Vaktiyle, bizim (70’lerin sonu 80’lerin başlarında doğanlar) nesli yakan film de benzer özellikleri gösteriyordu, bir kızın etrafında fır dönen karizmatik, kuvvetli iki erkek.
1995 senesinde çekilmiş, Sean Connery, Richard Gere ve Julia Ormond’lu “First Knight” isimli filmi bulup izleyiniz çok rica ediyorum.
Fakat bu filmden, gelişmekte olan ergen kızınız filan varsa, uzak tutunuz. Ben 15-16 yaşında bu filmden zehirlendim. Ergen kızlarınızı aslında Alacakaranlık’tan da uzak tutmanız gerekiyordu ancak sanırım çok geç.
Bu bahsettiğim filmde kısaca şöyle olaylar dönüyordu: Kral Arthur’u oynayan Sean Connery, prenses Guinevere’i oynayan Julia Ormond ile evlenecek.
Bu esnada Guinevere birtakım kötü adamlar tarafından kaçırılıyor. Bu arada Richard Gere de, çocukluğunda köyünü barbar birtakım adamlar yaktığı için “Evim olmasın bari, böylece bir daha ‘ay evim yandı’ diye üzülmem” diyerek kendini ormanlara vurmuş ve hayatta kalma taktikleri konusunda uzmanlaşmış Lancelot’u canlandırıyor.
Olaylar gelişiyor ve yakışıklı Lancelot, prensesimizi kötü adamlardan kurtarıyor. İşte o anda bir aşk doğuyor sevgili masallarla büyüyen Habitus okuru.
Şimdi konuyu uzatmayayım ama Guinevere kızımız iki aşk arasında kalıyor. Filmin sonunda Kral Arthur, ölüm döşeğinde krallığı ve karısını Lancelot’a emanet ediyor, “Al Lancelot. Kendimi biraz keko gibi hissediyorum şimdi ama onları başıboş bırakacağıma sana vereyim. Onlara en iyi sen bakarsın. KİB ÖPTÜM BYE” diyor ve öbür dünyayı boyluyor.
Şimdi efendim, Bella-Edward ve Jacob üçgeni de bunun günümüz versiyonu.
Nice genç kızımız bu filmi izleyip “ben çok özel bir insanım, bana ilgi gösteren bütün erkekler de beni korumaya çalışıyor zaten” diye düşünecek ve hisli hisli etrafta gezinirken kalbi adeta camdan bir biblo gibi kırılacak, paramparça olacak.
Zira büyüme döneminde “aşk peşinde koşan” erkeğe rastlayan kadınlar nüfusumuzun az ve şanslı bir bölümünü oluşturuyor.
Neden mi? Çünkü efendim, ergenken de, büyürken de değişmez erkeğin motivasyonu.
Erkek, “Ödül” peşinde koşar. Sen bir romans hayaline kendini kaptırmışken ve “süreç” ile ilgilenirken, erkeğin tek motivasyonu “sonuç”tur.
Sonuca varmayacağını düşünen bir erkek, istediği kadar hoşlansın, flört etmez bile. Yani senin “romans”ın erkeğin “hırsla hedefe doğru ilerlemesi” sevgili kendini birtakım hayallerle kandıran Habitus okuru.
Suçluyu açıklıyorum!
Tabii bizim bu romans halimiz biraz da anne-babalarımızdan.
Vaktiyle bir kadınla birlikte olabilmenin tek yöntemi, onun sorumluluğunu, birlikte hayat kurmayı göze alabilmekmiş.
Flört döneminde buluşmak, birlikte vakit geçirmek, paylaşmak, eline dokunmak, gözüne bakmak kıymetliymiş.
Eh, bu hikayelerle ve evlerdeki Altın Kitaplar serisiyle büyüyünce insan “zavallı bir romantik”ten başka bir şeye dönüşemiyor.
O lanet olasıca kitaplar yüzünden senelerce erkeklerin hoşlandıkları kadınlardan bahsederken üç aşağı beş yukarı “Oh, sanırım aşık olabileceğim bir hanımefendi buldum monsenyör” kalıbı etrafında gezindiklerini düşündük. İşte, bizim neslin bir yanılgısı da burada oldu.
Toprak kaptan şarap içelim, senelerce birbirlerine hasret kalan aşıkların buluşması anları yaşayalım, karşımıza Monte Kristo Kontu filan çıksın...
Bunlar yerine yeraltı edebiyatı okusaymışız keşke vaktiyle.
Velhasıl kelam, her dönemde biz romantikleri gerçek hayattan uzaklaştıran birtakım filmler, kitaplar geliyor önümüze. Böyle kitapları, filmleri beyninizde “Bu bahsedilen nitelikteki erkekler nüfusumuzun yüzde 0.0000001’ini oluşturuyor” filtresiyle seyredin.
Ne bileyim, masal diye seyredin.
“Hee, heee, eskidenmiş o” diye seyredin.
Benden söylemesi.
Paylaş