Paylaş
Her dakika nefesini ensemizde hissettiğimiz deprem ve herkesin evinin başına yıkılma riskiyle yaşadığımız gerçeğini cebimize koyalım.
Halihazırda kaos içinde yaşarken, bir doğal afet söz konusu olduğunda hayatın nasıl arapsaçına döneceğini insan hayal bile edemiyor.
Mümkün değil ama deprem huzursuzluğumuzu bir yana bıraktık diyelim. Ömrümüzün değil gün, değil ay; yıllarını trafikte bekleyerek geçiriyoruz.
Ailemize, evimize, kendimize ayıracağımız vakti yollarda harcıyoruz.
Tüm enerjimizi yollarda bırakıp pestilimiz çıkmış biçimde evimize dönüyoruz. Bu döngü haftada en az beş gün böyle.
Bir şehrin yaşanabilirliği, içinde barındırdığı kalabalıkların hayatını ne kadar kolaylaştırdığıyla ölçülür.
Eğer tüm zamanını katır katır yiyen, tüm enerjini çalan bir yerde yaşıyorsanız, biliniz ki o şehir kötü yönetiliyor, şehircilikle ilgili kötü kararlar veriliyor sevgili metropol insanı Habitus okuru.
Aynen İstanbul’da olduğu gibi.
Kalabalık ama iyi yönetilen şehirlerde ise sadece bir iş gününde insanlar hem ofise, hem evine, hem ailesine, hem kendisine, hem eğlencesine vakit ayırabilir ve hakkını vererek geçirdiği o iş günü bittiğinde saat 12’yi göstermez bile...
Düşünsenize, böyle bir hayat mümkün mü İstanbul’da?
Peki neye ihtiyacımız var bizim?
Açık alanlara... Serbestçe oturabileceğimiz, nefes alabileceğimiz, kendimizi beton tarlasında değil, doğanın içinde hissedebileceğimiz alanlara...
Yeşile... Düzene...
Kurala, kanuna...
Birbirimize saygı göstermezsek mutlu olamayacağımızı bize zorla anlatacak kanunlara...
Motivasyon “cep dolması” olunca
Ne yazık ki, şehircilikle ilgili çoğu karar insanların daha iyi yaşaması, hayat standartlarının yükselmesi için değil, “para dönsün” anlayışıyla alınıyor.
Kaldırım taşlarının sökülüp, yenilenip yıl bile geçmeden birisi balyozla gelip kırmış gibi dökük hale gelmesini veya Taksim’deki gibi “İnsanımıza biraz yeşil alan verelim” yerine “betondan bir dünya yaratalım, ağaç olmasa da olur” düşüncesini bu anlayışla rahatlıkla açıklamak mümkün.
Şehircilikle ilgili alınan kararların motivasyonu “vatandaş nasıl rahat eder” değil “para döndürme” olunca, bunun bir hediyesi daha oluyor: Kültürel yozlaşma.
Bunun en büyük örneği AVM’ler. Geçtiğimiz 10 yılda, alışveriş merkezinde gezmek, ailelerin, çiftlerin, gençlerin, çocukların tek eğlencesi haline dönüştü. Çünkü daha iyi bir alternatifi yok. (Taksim projesinde AVM olmamasına pek şaşırdık!)
AVM’lerdeki sinemalar, sergiler, kısacası dükkan dışında gördüğünüz ne varsa esasında “alışverişin sosu”.
Onların varlığında alışveriş merkezleri, son dönemin popüler deyimiyle “yaşam merkezlerine” dönüşmüyor.
Hâlâ hepsinin hizmet ettiği bir tane amaç var: Çok insan çekmek ve alışveriş yapmalarını sağlamak.
Hâl böyle olunca yavaş yavaş günlük hayat evriliyor. Neticede hayat özelliksizleşiyor, kültürsüzleşiyor, paranın kölesi olmuş zamanın ruhu da zaten öyle bir yol gösteriyor.
Artık ne gezmeyi biliyoruz, ne eğlenmeyi...
Sadece alışveriş ve onun yanında meze olarak (o da varsa) bir takım ek aktiviteler...
Bir zaman insanların gözlerini yaşartacak kadar güzel olan şehir, bugün içler acısı durumda.
İstanbul bir gemiyse eğer su almaya çoktan başladı, batıyoruz. Bunu gören, bir defa olsun kritik durumlarda “önce insan yaşamı” diyecek kişiyi bekliyoruz.
Zira şehir, her ne kadar içler acısı bir durumda olsa da, iyileştirilebilir. Doğru kararlar alınabilir. Çok geç ama “zararın neresinden dönersek kârdır” denilebilir...
Konu şehir ve şehircilik ise “kâr” birilerinin cüzdanında değil, burada yaşayanların hayatının kalitesinde görülmeli...
Ümidimizi kaybetmedik. Elbette bir gün sadece vatandaşını düşünen biri çıkacak.
Bekliyoruz.
Paylaş