Hamburg, Bremen, Münih, Berlin... Almanya'nın bu dört güzel ve önemli kentini kelimenin tam anlamıyla bir solukta gezmek zorunda kaldım. Bavul açıp, toplamaktan yoruldum. Bu hafta size Hamburg ve Bremen'de bu koşuşturmaca içinde gözüme takılanları anlatmaya çalışacağım.
Bazı geziler var ki, beni çok yoruyor. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne yediğimden, ne gördüğümden bir şey anlıyorum. ’Elim sende’ oynar gibi, bir dokunup hemen kaçıyorum. Bavul açmak ve toplamaktan bıkıyorum. Yorgunluktan başka bir şey katmayan bu tür gezilere katılmama kararı aldım. Bir kenti ’adam gibi’ yaşayacak kadar zaman bırakmayan gezileri artık defterimden sildim.
Lufthansa Hava Yolları'nın düzenlediği son gezi bu türdendi. Önce Hamburg, ardından Bremen, sonra Münih sonunda Berlin... Yolculuk bir koşturmaca içinde geçtiği için, neyi nerede gördüğümü bile karıştırdım. Görüntüler gözlerimin önünden öylesine hızlı akıp gitti ki, onları yerli yerine oturtmakta zorlandım. Ama yine de zaman zaman programı es geçip, kaçamaklar yaptım ve kentleri gözlemeye çalıştım.
Hamburg'ta, bulduğum bir zaman aralığında, Alster Gölü'nün kıyısında oturmuş çevreyi gözlüyordum. Ben görmediğim kentleri, önce düşlerimde keşfediyorum. Adreslerini bilmediğim evleri, bahçelerin içine yerleştiriyor, gökdelenlerin gölgesinde yürüyor, bilmediğim manzaraları seyrediyorum. Bu düşlerimi, o kentle ilgili bir kelime, bir özellik biçimlendiriyor. Hamburg'u, ’bir liman kenti’ cümlesinden yola çıkarak düşlerimde biçimlendirdim.
HAMBURG'UN İPUÇLARI
Kıyısına bir liman koydum, sahilde bıçkın gemicilere tur attırdım. Sokaklarını buram buram alkol kokan tavernalarla, barlarla, kırmızı fenerli aşk yuvalarıyla süsledim. Aslında daha gerçeğe yakın düş kurmak için elimde ipuçları vardı. Örneğin, ’Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa’ adlı kitapta Ahmet İhsan, Hamburg hakkında şunları yazmıştı: ‘Hamburg pek garip ve pek latif bir yer imiş!.. Hamburg manzara-i tabiiyesiyle şimdiye kadar gördüğüm Avrupa şehirlerinin hepsinden hoş idi..’
Bir başka ipucunu da Celal Nuri vermişti. Yazar 1912 yılında gördüğü kenti şöyle anlatmıştı: ’Diyebilirim ki Hamburg değil yalnız Avrupa'nın, belki dünyanın en medeni, en şairane, en ressamane memleketlerinden biridir. Göller ve azametli Elbe nehri, bu muhteşem şehre başka bir güzellik veriyor. Halk zengin, hatta milyoner. Civardaki ferah-feza, latif ve zarif şatolar büyük bir servet irade ediyor. Mamuriyet itibariyle bu azametli kasaba Berlin'den pek o kadar geri kalmaz.’
Tüm bunları bile bile kent hakkında düş kurarken, nedense bir tek ’liman kenti’ kelimelerini dikkate almıştım onun için de yanılmıştım. Hamburg güzel ve kibar bir kente (gördüğüm kadarıyla) benziyordu. İnsan elinden yem yemeye alışmış beyaz kuğular, gölün üstünde bir seyirciden diğer seyirciye yüzüp duruyorlardı. Gökyüzü genellikle kapalıydı. Pamuk pamuk birikmiş bulutlar, kuğularla yarışırcasına akıp gidiyorlardı. Bir karışlık açıklıktan, masmavi bir gökyüzü kendini gösteriyordu. Rüzgar sert esiyordu ama şimdilik üşütmüyordu.
Sadece havaya bakmak bile Hamburg'un bir kuzey kenti olduğunu anlatmaya yetiyordu. Arada bir bastıran yağmura rağmen caddeler tıklım tıklımdı. Bakımlı, güzel, çekici erkek ve kadınlar, bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Moda dünyası ünlü Claudia Schiffer'ine, bu caddelerin birinde rastlamıştı. Özellikle genç kızlar, hemşehrileri Jil Sander veya Karl Lagerfeld'in defilesinde boy gösterircesine alımlıydı. Hele yılın modası düşük bel blue jean pantolonların sergilediği manzaralar anlatılır gibi değildi.
Beni en çok şaşırtan, hafta sonu olduğu için kapalı olan işyerlerinin girişlerine kamp kuran serseri takımı oldu. Yaşları 50 ve üstü olan bu serseriler (veya boşta gezerler), sonuna kadar açtıkları radyodan caz dinliyor ve şişeyi başlarına dikerek şaraplarını yudumluyorlardı. Kimseye bir zararları yoktu. Kimse de (ben hariç) onlara aldırmıyordu.
Hamburg'un, 800 yıl boyunca yabancı bir hükümdara boyun eğmemenin gururunu taşıdığı belli oluyordu. Bu nedenle kendilerini övmeyi pek seviyorlardı. Örneğin şu cümle nedense çok hoşlarına gidiyordu: ’Bremen bir limandır. Hamburg'un ise bir limanı vardır...’
Hamburg'ta bir gece kaldım ve her şeyi o geceye sığdırmaya çalıştım. Güneş batarken limana gittim. Ne yolcu karşılayacak ne de giden bir yolcuya mendil sallayacaktım. Sadece bir taşla iki kuş vurmak niyetindeydim. Hem hayallerimi süsleyen limanı görmek hem de Hamburg mutfağının tadına bakmak istiyordum. Bir zamanlar Kuzey Denizi'nin azgın dalgalarıyla boy ölçüşmüş, emekli olduktan sonra restorana dönüştürülmüş siyah bir teknede, etrafa hakim bir masaya oturdum. Soğuk beyaz bir şarap ısmarladım. Liman gerçekten muhteşem görünüyordu. Hamburg burada düşlerimdeki kente daha çok benziyordu: Sertti, denizciydi, serseriydi, bıçkındı. Kent merkezi gibi çıtkırıldım değildi.
Yemekten sonra ünlü St. Pauli semtinin, aşk ve seks kokan sokaklarına daldım. Tüm liman kentlerinde olduğu gibi Hamburg'da da aşk, asırlar boyu para ile satın alınmıştı. Kuvvetli bir akıntı gibi bir aşağı bir yukarı giden kalabalığın arasında bir süre sürüklendim. Rengarenk neonların ve tahrik edici görüntülerin süslediği sokaklar, aşk arayan ve aşk satan, bunlara aracılık yapan, bu alemi merak ettiği için buraya gelen veya bu semti görmek isteyenlerle dolup taşmıştı. Geceyi uzatmak içimden gelmedi. Bu sokaklar Hamburg'a deniz yoluyla gelen konukların sokaklarıydı. Otele dönüp, kendimi uykunun kollarına terk ettim. Ertesi gün programın birinci sırasında, ’Lufthansa Tecnic’ yazıyordu. Teknik konularla pek ilişkim olmadığı için önce suratımı astım. Ama verilen brifingi dinleyip, yapılanları görünce hangarlardan çıkmak istemedim. Gittiğim bölümde koca yolcu uçakları, özel uçak haline dönüştürülüyordu. O güne kadar filmlerde görebildiğim uçakların içine, sinema salonunun, oturma odasının, özel banyoların, yatak odasının, oturma odasının, Amerikan barın nasıl yerleştirildiğini izledim.
SARAYIN MALİYETİ
Uçağın kapısından girdikten sonra, kendimi uçakta değil de lüks bir evde sandım. Bara kolumu dayayıp kadehi kaldırdım. Sinema salonunda, seslerin dört bir yandan gelip beni filmin içine itmesini seyrettim. Koltuğun üstüne uzanıp, canlı yayın yapan yüzlerce televizyon kanalı içinden, iyi bir program aradım. Sonra internete girip, dostlarıma mail attım.
Elimde şampanya kadehi ile altın musluklu duşun altında sularla oynadım. Sonra ipek çarşaflarla kaplı yatağın içinde, gökyüzü rüyaları gördüm. Tabii ki bunların hiçbirini yapamadım. Sadece kendimi bir süreliğine uçağın sahibi yerine koyup, yapacaklarımı hayal ettim.
Uçaklardaki bu değişimin, uçağın boyutuna göre 10 milyon dolar ile 70 milyon dolar arasında gerçekleştirildiğini öğrendim. Aldığım bilgileri defterime şöyle sıraladım: Lufthansa bu işi 30 yıldan beri yapıyor, en yağlı müşterilerini Orta Doğu ve Arap Yarımadası ülkelerinde yaşayanlar oluşturuyor, değiştirme işlemi 12-15 ay arasında gerçekleşiyor.
Şirket yetkilisi, son 10 yılda 20 özel uçak yapıldığını, 2001'de şirketin 4.1 milyar dolar ciro gerçekleştirdiğini, müşterilerin arasında 30 tane de devlet başkanı bulunduğunu ve müşteri adlarının devlet sırrı gibi gizlendiğini söyleyerek beni tüm meraklarımdan kurtardı. Bir gün inşallah böylesine bir şirketin müşterisi olurum temennisi ile dev hangarlardan çıkıp, beni Bremen'e götürecek arabaya bindim.
Bremen deyince benim aklıma hemen ’Bremen Mızıkacıları’ geliyordu. Hani şu üst üste binen eşek, köpek, kedi ve horozun, hep bir ağızdan şarkı söyleyerek çiftliği soymaya çalışan hırsızları korkutup kaçırmalarını anlatan öykü.
Kent bundan yaklaşık 1.200 yıl önce kurulmuştu. Kurucusu ise Roma-Germen İmparatoru Charlemagne'dı. Weser nehrinin kıyısında yer alan Bremen, Kuzey Denizi'nden 70 kilometre içeride olmasına rağmen Almanya'nın en önemli limanıydı. Her ne kadar Hamburglu'lar bu özelliğinden dolayı küçümsese de Bremen, derinleştirilmiş Weser Irmağı'nın kıyısındaki limanından, ülkenin genel mal trafiğinin yüzde 35'ini gerçekleştirmekle övünç duyuyordu.
Tarihi bu kadar eskilere dayanan bu kenti, bir öğleden sonraya sıkıştıramazdım. Altbstadt'ta (eski şehir) daracık sokakları gezinmekle yetindim. Pitoresk evleri, XI. yüzyıldan kalma katedrali, cephesi Rönesans üslubunda yapılmış Gotik belediye binasını, 2. Dünya Harbi'nde, İngiliz uçaklarının attığı bombalarla yerle bir olan, daha sonra eski görünümünde inşa edilen yapıların çevresinde dolaştım durdum. Bir koşu gittiğim Bürgerpark'ta, ormangüllerinin ateş kırmızısı çiçeklerini seyrettim.
Kent hakkında söyleyeceklerim bundan ibarettir. Çünkü randevu saatini geçirdiğimi fark edince bir acele, 1873 yılında kurulmuş olan Kaiser-Brauerei Beck & Co. adlı bira fabrikasına gittim. Bu fabrika Efes Pilsen'in Türkiye'de piyasaya sürdüğü Beck's biralarını üretiyordu.
Dünyanın çeşitli yerlerinde onlarca bira fabrikası gezdiğim için, üretim bölümlerinde fazla oyalanmadım. Bakır imbiklerde fokurdayan biranın taze maya kokan kokusunu içime çekmekle yetindim. Tadım bölümünde daha fazla vakit geçirebilmek için, çimlendirmeyi, kurutmayı, arpa maltının sıcak suyla karıştırılmasını, şerbetçiotu katılmasını, fermantasyon işlemini, filtrasyonu, dinlendirme aşamalarını koşar adımlarla dolaştım.
Tadım bölümünde ise önüme konan normal, pastorize, light, sert, koyu, açık buz gibi biraları tatmak yerine kana kana içtim. Benim birayla aram pek hoş değildir ama Almanya'da pek bulunmayan, buna karşılık tam 120 ülkede satılan Beck's birasını beğendim.
Birayla birlikte Bremen de bitti. Daha sonra gidip, koştura koştura gezdiğim Münih ve Berlin kentleri ise haftaya kaldı.