Doğu Anadolu yavaş yavaş gerilerde kaldı. Bir zamanların önemli merkezlerinden biri olan Harput, kayısı ormanları ile çevrilmiş Malatya, zirvesi karlı Erciyes'in gölgesine sığınmış Kayseri derken yolun büyük bölümünü bitirdim.
Bir yandan gidiyor, bir yandan da bunca günden beri gördüklerimi düşünüyordum: Karadeniz'in cennet yaylaları, zirveleri bulutlarla oynaşan yüce dağlar, deli deli akan Çoruh Nehri, Erzurum'da batan güneş, Doğu Beyazıt'ta yediğim yemek, Van'ın yiğit insanları, gölün büyüleyici güzelliği, Nemrut'un zirvesinde saklanan krater gölü, Bitlis'in taş evleri... Sanıyorum bu geziyi yaşamım boyunca unutamayacağım. Onun için tatile çıkmaya niyetlenen arkadaşlarımın önüne hemen haritaları seriyor, elimdeki kalemle onlara rotalar öneriyorum. Onların da bir köşede unutulmuş bu güzellikleri görmelerini istiyorum.
Bingöl'ü arkamda bıraktığımda, sıcak tüm acımasızlığı ile bastırmıştı. Adeta kaçar gibiydim. Hızlı gidersem, sıcağı arkamda bırakacağımı sanıyordum. Halbuki o, arkamda, önümde, üstümde, yanımda her tarafımı sarmış, beni tüm gücüyle bunaltıyordu. Bir an önce hedefe varmak istiyordum. Elazığ'a 40 kilometre kala Keban Barajı'nın uzantıları göründü. Suyla birlikte çevrenin görüntüsü de değişti. Tepelere ağaçların gölgesi düştü. Sıcak biraz daha insafa geldi.
Elazığ'ı görünce, suyun sihrine bir kez daha inandım. Karşımda yemyeşil bir kent duruyordu. GAP yörenin rengini belirgin bir şekilde değiştirmişti. Kentin içine dalıp, Harput'a doğru tırmanmaya başladım. 19. yüzyıla kadar Doğu Anadolu'nun başlıca kültür merkezlerinden biri olan Harput, eteklerinde kurulan Elazığ'dan sonra önemini yitirmeye başlamıştı. Hitit İmparatorluğu dönemine ilişkin çivi yazılarına bakılırsa, kentin tarihi İ.Ö 19. yüzyıla kadar uzanıyordu.
ÇARŞININ ÖLÜMÜ
Tepedeki çay bahçesine oturup, aşağıdaki ovaya doğru uzanan Elazığ'ı seyrettim. Buraya sapmama, Cevat Fehmi Başkurt'un 'Harput'ta Bir Amerikalı' adlı oyunu neden olmuştu. Yıllar önce seyrettiğim bu oyundan sonra, günün birinde mutlaka Harput'a gitmeye karar vermiştim. Oyun, yüzyıl başında ekonomik nedenlerden dolayı ailesiyle Amerika'ya göç eden, orada milyoner olan ve 40 yıl sonra kardeşlerini bulmak için Harput'a dönen adamın öyküsünü anlatıyordu.
Oyunda kentin fakirleşmesi şöyle dile getirilmişti: ‘Çarşı kentin yüreğiydi. Önce çarşı durdu, ardından ölüm geldi. Bütün kent öldü. Tıpkı yüreğin durmasının ardından ölümün gelmesi gibi...’ Evliya Çelebi kente can veren çarşıyı şöyle tarif etmişti: ‘Sultani çarşısı 600 dükkandır. Dükkanlar gayet güzel ve muntazamdır. Sarachanesi hepsinden şirindir. Gayet sanatlı sarac örtüsü işlenir.’ Tahmin edileceği gibi bugünkü çarşı ile o günkü çarşı arasında hiçbir benzerlik yoktu. Kala kala turistik eşya satılan birkaç dükkan kalmıştı. Zamana direnen eski evler, Harput'un bir zamanki güzelliği hakkında ipuçları sunuyordu.
Ovadan yükselen sıcak buharına karşı, tepe püfür püfür esiyordu. Bir çay içimlik sürede, dağlara doğru giden beyaz bulut kümelerini seyrettim. Terimi kurutup tekrar yola koyuldum.
KAYISI ORMANLARI
Malatya'ya ilk kez bu istikametten gidiyordum. Kente 40-50 kilometre kala ünlü kayısı bahçeleri görünmeye başladı. Dere, tepe, dağ yamacı, dere kıyısı, ova hep kayısı ağacı ile kaplanmıştı. Kente yaklaştıkça ağaçların sayısı arttı, bahçeler orman oldu.
Ünlü coğrafyacı Strabon, İ.Ö 7. yüzyılda kaleme alındığı sanılan 'Coğrafya' adlı kitabında, Malatya'dan bahsederken kayısı ağaçları yerine zeytin ağaçlarından söz etmişti. Strabon kent hakkında şunları yazmıştı: ‘Melitene'nin (Malatya) her tarafında meyve ağaçları vardır ve bütün Kapadokya'da böyle olan tek ülkedir. Böylece hem zeytin üretilir, hem de Yunan şarabı ile rekabet eden Monarite şarabı elde edilir.’
1600’lü yılların ilk yarısında bölgeye gelen Evliya Çelebi ise kentte yetişen kayısıları anlata anlata bitiremiyordu: ‘Kırmızı, Sarı, Müşmüş, Beyaz, Bey, Sulu ve Etli adları ile yedi çeşit sulu kayısı olur ki, bağdan şehre seleler ile güçlükle getirilir. Biraz incinse suyu kalmaz. Her bir kayısı kırk-elli dirhem gelir. Zerdalisinin hesabını Allah bilir. Seksen türlü sulu armudu sicillere kayıtlıdır. Malatya'nın yedi türlü elması olur. Yedi çeşit de ayvası vardır. Her biri birer kıyye gelir. İrem Bağı içindeki üzüm başka bir ülkede bulunmaz.Torbalık üzüm sarması, Küfter badem kırması, üzüm şırası ve bastısı, üzümlü tarhanası yine buraya mahsustur. Bu şehirde yedi bin sekizyüz bağ sicil defterinde kayıtlıdır.’ Evliya Çelebi tüm bunları sayarken zeytin ağaçlarından hiç söz etmemişti.
1800'lü yıllarda bölgede incelemeler yapan Fransız bilim adamı Charles Texier de, Malatya'nın meyveleri hakkında şunları yazmıştı: ‘Şehri canlandıran çay, Tokma suyunun bir kolu olan Sultan suyudur. Bununla meyve ve sebze bahçeleri becerikli bir dağıtımla sulanır. Üzüm salkımlarının büyüklüğü hayranlık vericidir. Denizden yüksekliği nedeniyle burada zeytin ağacı yetişmez. Kayısı ağacı buraları kendi yurduymuş gibi sever...’
Yazılanlardan anlaşılıyordu ki, antik çağdan bu yana üzüm kentin değişmeyen meyvesi olmuştu. Zeytin bir ara görünüp kaybolmuştu. Kayısı ise burayı kendine anayurt edinmişti.
ÇOCUKLUĞUMA DÖNÜŞ
Kayısı ormanlarının bitiminde başlayan geniş bir bulvardan Malatya'ya girdim. Kalacağım Altın Kayısı Oteli'ne (422-211 4444) vardığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Ilık bir duş bile, sırt ve omuz adalelerimin öfkesini dindirmeye kafi gelmedi. Kenti gezmeyi ertesi güne bırakıp, otelin bahçesinde, havuz kenarında lezzetli bir yemekle güne veda ettim.
Ertesi gün erkenden yola çıktığımda, Malatya henüz tam olarak uyanmamıştı. Niyetim çocukluğumun bir bölümünü geçirdiğim caddeleri, sokakları bulmaktı. Sordum soruşturdum, Hastane Caddesi'ni buldum. Caddenin başlangıcındaki Gazi İlkokulu'nu sapasağlam ayakta gördüğüm için sevindim. Ne de olsa okuma-yazma macerama bu okulda başlamıştım. Arabayı kenara çekip, koşuşturduğum bahçeye bakıp geçmişten bir şeyler hatırlamaya çalıştım. Okulun karşısına denk düşen (öyle hatırlıyorum) Eskişehir Sineması'nı ise bulamadım. Orası yaşamımın ilk sinemasıydı ve gördüğüm ilk film, Hintli Raj Kapor'un ünlü 'Avare'siydi. Yaşamımdaki bazı ilkleri anımsayınca duygulandım, bir-iki damla gözyaşını serbest bıraktım. Hastane Caddesi'nde ne tek katlı evimizi, ne de kayısı topladığımız bahçeleri bulabildim. Aradan geçen yıllar, onları silmiş, yerlerine yüksek katlı apartmanları dikmişti. Mahallenin delisini, adlarını çoktan unuttuğum arkadaşlarımı, karşı evde oturan ilk aşkımı hatırladım. 6-7 yaş sevgisinin 'aşk' olarak adlandırılıp adlandırılmayacağı konusunda tereddüt ettim. Dönüşte, dağlardan dökülen şelaleyi aradım ama göremedim. İnönü Meydanı'na gelince, biraz ötemde vurulan adamı anımsadım. Yüzüstü yatan cesedin yanına gittiğim için yediğim tokadın acısını duyar gibi oldum.
KRAL DAĞLAR
Doğu'nun ıssız ve yalnız yolları artık kalabalıklaşmıştı. Kayseri istikametine doğru kamyonlar, TIR’lar, minibüsler, otobüsler, özel araçlar vızır vızır gidip gelmeye başladı. Artık 'yolların kralı' ben değildim. Nehir kıyılarına askeri bir nizamla sıralanmış iğde ağaçları, çevreye koku püskürtüyordu. Yeşil dağların yerine görüntüye giren boz dağlar, İç Anadolu'nun ilk sinyallerini vermeye başladı.
Yol kıyısındaki satıcıların birinin önünde durdum. Niyetim kayısı pekmezi almaktı. Kayısı, dut pestili, kuru kayısı, kayısı sucuğu, dut pekmezi sıralanmış tezgahların arasına baktım ama bulamadım. Sordum, kayısıdan pekmez yapılmadığını öğrendim.
Kayseri'ye yaklaşırken karşıma önce Erciyes Dağı çıktı. 10 günden beri gördüğüm dağları saydım: Büyük ve Küçük Ağrı, Süphan, Nemrut, Yusufeli, Allahüekber... Hepsi de ‘dağların efendisi’ dağlardı. Şimdi tepesi karlı bir efendi daha karşıma çıkmıştı. Dağ öylesine heybetliydi ki, dağcılığın gelişmediği dönemlerde çeşitli söylencelere konu olmuştu. Antik dönemde dağın zirvesine tırmanmayı başarabilenler, berrak havada Karadeniz ile Akdeniz'in göründüğünü iddia etmişlerdi.
KAYSERİ SOFRASINDAN
Antik dönem coğrafyacıları Kayseri hakkında şu bilgileri vermişlerdi: ‘Mazaka, tepesinde hiçbir zaman kar eksik olmayan dağların en yükseği Argaios'un eteklerinde kurulmuştur. Mazaka, bir kentin kurulması için uygun bir yer değildir. Çünkü burada ne su vardır, ne de doğal bir şekilde tahkim edilmiştir. Toprak çok kıraçtır. Bazı yerlerde arazi bataklıktır ve geceleri buradan ateşler çıkar.’
Şimdiki Kayseri ise büyük bir kent olmanın tüm işaretlerini taşıyordu: Temiz, ağaçlandırılmış, geniş caddeler, yüksek katlı evler, modern iş yerleri, alışveriş merkezleri ve bakımlı insanlar... Karnım acıkmıştı ama öyle sıradan yemekler yemek niyetinde de değildim. Sordum soruşturdum, 'Ananın Yeri' adlı bir restoran buldum. Serin bir köşeye oturup, katmer, kete, domates soslu mantı, içli köfte ve su böreğinin biraz biraz tadına baktım. Yetkiliye tadlar konusundaki şikayetimi ilettim. O haklı bir açıklama ile beni ikna etti: ‘Kayseri yemekleri evlerde pişer. Kimse bize gelip yerel yemekleri sormaz. Ya kebap isterler ya da pizza türü şeyler. Onun için bunlardan daha iyisini sadece evlerde yiyebilirsin.’
Yemek sonrası yolculukları pek sevmiyordum ama önümde gezinin son etabı kalmıştı. Hedefte önce Göreme, ardından Aksaray üstünden Konya, daha sonra Afyon, Kütahya vardı. Eğer sabrınızı taşırmadıysam haftaya yolları bitirip, İstanbul'a varışımı anlatacağım.
Malatya'ya doğru Doğu'daki dağların yeşi rengi kayboldu. Çiçekler, çeşit çeşit bitkiler görüntüden çıktı. Tüm çevreye boz bir renk hakim oldu. Bu boz tepelerin arasında yer alan dar vadilerdeki yeşil vahalar, hem insanların hem de yöredeki hayvanların sığınağı oluyordu.
Bir zamanlar Doğu Anadolu'nun en önemli yerleşim birimlerinden biri olan Harput artık eski görkeminden çok şey kaybetmiş. Yer aldığı tepenin eteklerinde kurulan Elazığ, Harput'u ikinci plana itmiş. İlçede geçmişin ihtişamını anımsatan bir kaç tane eski ev kalmış.