Nice'te avare günler

Biriken alış veriş puanlarımla bedava bir bilet alıp Fransa'nın güneyine Cote d'Azur'a uçtum. Önce Nice'te tembelliğin tadını çıkardım. Oradan kıyı kıyı gittiğim Cannes ve Monte Carlo'da yazlık yerlerin kış sessizliğine şahit oldum.

Zamansız gezileri çok seviyorum... Kışın yazlık diyarlara gidip, yaz yorgunu mekánların sessizliğine konuk olmak, yazın herkes sıcaktan bunalırken, kışlık diyarlarda soğuğun tadını çıkarmak... Özellikle yaz adresleri ilgimi çok çekiyor. Buraları kış aylarında, makyajını silmiş, gerçek görüntüsünü ortaya dökmüş kadınlara benzetiyorum. Konuklarını yolcu edip, kendisiyle baş başa kalmış yalnız mekánlar. Soğuk rüzgarlarla birlikte yaz yerlerinde gerçek yaşantılar sokaklara dökülmeye başlar. Herkes bildik rollerini üstlenir. Yazlıkçıların bilmediği ve belki de asla izleyemeyecekleri bir başka hayat akıp gider. Çevreye yalnızlık hakim olur. Sesler alt perdelere iner. Her şeye alabildiğine koyu bir hüzün siner. Yazlık mekánların işte bu yüzünü seyretmeyi çok seviyorum.

Kelkit Çayı'nın kıyılarında, Anadolu'yla koklaşıp öpüştükten bir süre sonra, çantamı yüklenip, bir ‘Akdeniz Klasiği’ olan Fransa'nın Nice kentine uçtum. Gidişimin hiçbir amacı yoktu. Sadece elimde, biriken puanlarla aldığım bedava bir uçak bileti vardı. Kimseyi tanımıyordum ve kimse de beni beklemiyordu. Sırt çantamın alabildiği kadar eşyayla yetinmiştim. Ve koyduğum tüm giysilerimin buruş buruş olacağını biliyordum. Ama aldırmadım... Nedense, hiç olmadığım kadar vurdumduymazdım.

DAMAĞIMDAKİ TAT

Niçin Nice'i seçmiştim?.. Bu sorunun da yanıtı yoktu. Haritaya bakarken gözüme ilişmişti. Aslında Portofino'nun yerini arıyordum. Cenova ile Portofino arasındaki uzaklığı hesap etmeye çalışıyordum. İşte o sırada Nice'i gördüm ve gitmeye karar verdim. Aslında bir yere gitmeye böyle birden pat diye karar veremem. Düşünürüm, vazgeçerim, tekrar niyetlenirim, sorarım... Bu sefer hiç birini yapmadım ve gidip biletimi aldım.

Nice'e yıllar önce gitmiştim. Çok hızlı bir gidiş olmuştu. Neyin ne olduğunu anlamadan dönüvermiştim. Ama damağımda güzel bir tat kalmıştı. Belki Nice'i seçmemin asıl nedeni de, bilincime kazınan bu tattı. Neyse...Uçaktan indiğimde gün henüz uyanıyordu ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Bir taksiye binip şoföre, internet aracılığı ile yer ayırttığım otelin adresini verdim. Afrika kökenli sürücü, yolda bana bir şeyler anlatmaya çalıştı ama birkaç kelime dışında Fransızca bilmediğim için hiçbir şey anlamadım. O da fazla ısrarcı olmadı.

Otelim ‘Jean Medecin’ bulvarını kesen dar sokakların birindeydi. İnternetteki tanıtım yazısında 4 yıldızlı olduğu yazıyordu ama bana göre iki yıldızdan fazlasını hak etmezdi. Odam oldukça küçüktü... Büyükçe bir bavulla gelsem sığmakta zorlanırdım. Sırt çantamdaki giysileri gardıroba asıp lobiye indim. Cam kenarında oturup yağmurun dinmesini bekledim.

ÜNLÜ PİYASA YERİ

Sokağa çıktığımda nereye, nasıl gideceğimi bilmiyordum. Önüme çıkan ilk gazete bayiinden bir harita satın aldım. İlk gelişimde Promenade des Anglais aklımda kalmıştı. 1830 yılında İngiliz kolonisince toplanan paralarla yapılan deniz kıyısındaki bu gezinti caddesinde bir banka oturmuş, deniz kıyısında çakılların üstüne uzanmış üstsüz güzel kızları seyretmiştim. Bir zamanlar Rus asilzadelerinin, İngiliz prenslerinin piyasaya çıktığı bu ünlü caddede şimdi neredeyse yapayalnızdım. Deniz kıyısında yazlık güzelleri boşu boşuna aradım. Lüks mağazaların vitrinlerine baktım, boş gibi görünen otellerin önünden geçtim. Kapılarına kilit vurmuş yazlık lokantaların yazdan kalma mönülerini okudum. Bir aşağı bir yukarı gidip geldikten sonra Promenade des Anglais'ten sıkılıp, eski Nice'e doğru yürümeye başladım.

1860 yılına kadar İtalyan olan kent, Chateau denen tepenin eteklerindeki bu eski semtte, geçmişteki sahibinin tüm özelliklerini gözler önüne seriyordu. Yani görüntüler Fransa'dan çok İtalya'yı andırıyordu. Sarı ve vişne çürüğü ağırlıklı pastel renklerin hakim olduğu bina cepheleri, ferforje demirlerle çevrili balkonlar, tahta kepenkli pencereler hep geçmişi hatırlatıyordu.

Serseri mayın gibiydim. Nereye, nasıl gideceğimi pek bilmiyordum. Aldığım turistik haritadaki açıklamalarla yetinmek niyetindeydim. Öyle de yaptım. Önce çiçek, sebze ve meyve pazarının kurulduğu Cours Saley caddesine saptım. Kendimi birden, rengarenk tezgahların arasında, bir kalabalığın ortasında buldum. Lavanta, zeytinyağı, kekik, fesleğen, şebboy ve diğer kokuları koklaya koklaya çevrede dolaştım. Bir-iki kare fotoğraf çektim. Sonra biraz ilerideki küçük meydanda bir kahveye oturup, kalabalığı uzaktan izledim.

TEMBELLİĞİN KEYFİ

Yağmur kenti yıkadıktan sonra alıp başını gitmişti. Masmavi gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş vardı ve ocak ayında bile etrafı ısıtmayı beceriyordu. Espresso kahvenin yanına bir tek konyak ısmarladım. Ayaklarımı uzatıp, hiçbir şeye odaklanmadan, önümden akıp giden yaşamı seyretmeye koyuldum. Tembellik etme hakkımı sindire sindire kullanıyordum. Konyağın da yardımıyla önce bakışlarıma çeki düzen verdim, sonra dudaklarıma bir gülümseme oturttum. Keyif eğrim iyice yükselmeye başlayınca da, melodisi belli olmayan bir ıslık tutturdum.

İstemeye istemeye oturduğum yerden kalkıp, eski Nice'in dar sokaklarına daldım. Gezinenlerin arasında tek yabancı bendim. Diğerleri bu sokakların gerçek sahipleriydi. Butiklerin, kahvelerin, restoranların çoğu kapalıydı. Müşteriler elini eteğini çekince onlar da kapılarına kilit vurup, yazlık kazançlarını tüketmeye gitmişlerdi.

Bir yandan yürüyor bir yandan da La Merenda adlı bir restoranı arıyordum. Damağı kuvvetli bir arkadaşım önermişti. Sora sora buldum (4 Rue de la Terrasse). Restoranın telefonu yoktu. Nedenini sordum, görevli kız, şef Dominique Le Stanc'ın çok meşgul olduğunu, telefonla konuşmaya vakit bulamadığını söyledi. Aslında bu, işin reklam yönüydü. İletişim çağında telefonsuz olmak, oraya bir özellik yüklüyordu. Rezervasyon yaptırmak isteyen, restorana bizzat gitmek zorunda kalıyordu. Gitmişken restoranı, mutfağı geziyor, şefle tanışıyor, hatta hatta yiyeceği yemeği bile ısmarlayabiliyordu. Akşam yemeği için tek kişilik bir yer ayırttım. Ama ne yiyeceğim konusunda herhangi bir ipucu vermedim.

MATİSSE'İN NİCE'İ

Sonra tekrar yokuş aşağı indim. Bir taksiye binip, Matisse Müzesi'ne gitmek istediğimi söyledim. Müze kentin tepesinde, en şık semtlerden biri olan Cimiez'deydi. XVII. yüzyıl yapımı kırmızı aşı boyalı bir villaydı. Yıllarını burada geçiren ünlü ressamın tamamlanmamış eseri ‘Çiçekler ve Meyveler’ adlı tablosunun önünde epey oyalandım. Hele ‘Nice'de Fırtına’ adlı tabloyu görünce şaşırıp kaldım. Gri ve hüzünlü bir tabloydu. Promenade des Anglais'nin fırtınalı bir gündeki görünümü resmedilmişti. Kurşuni ve yağmurlu bir havada palmiyeler savruluyordu. Öğle üstü sahilde yürürken tabloda resmedilenleri gördüğümü hatırladım.

Tekrar Jean Medecin Bulvarı'na indiğimde, gün artık kararmaya başlamıştı. Küçük odama döndüm. Bir duş aldıktan sonra, akşam yemeğine güç toparlayabilmek için yatağın üstüne uzandım.

Bir saate yakın uyumuşum. Getirdiğim giysiler içinde en düzgünlerini seçip, akşam yemeği için hazırlandım. Restoranın bulunduğu Terassa caddesinde birkaç açık bar vardı. Bir tanesine oturup, aşağıda ışıl ışıl akıp giden Promenade des Anglais'i seyrettim. Hiçbir şey düşünmeden hayale daldım. Tükettiğim kırmızı şarap kadehlerinin sayısı arttıkça, hayallerimin daha da renklendiğini fark ettim. Gözümü kapatıp, masmavi gökyüzünün altındaki mavi kıyıları, lavanta kokan mor tepeleri düşündüm.

OLAĞANÜSTÜ LEZZET

La Merenda'da yerime oturduğumda, başımın yavaştan döndüğünü fark ettim. Ama aldırmadım. Cote d'Azur'a, felekten birkaç gün ödünç almaya gelmiştim. Garsonla bir-iki hoş beş edip, restoranın özelliklerini öğrendim. Şef dileğince Nice yemekleri yapabilmek için büyük restoranlardaki işini terk etmiş bu küçük yeri açmıştı. Garson siparişimi alırken, burada yiyeceğim yemeklerin tadını uzun süre unutamayacağımı iddia etti. İçimden ‘inşallah’ dedim.

Önden beyaz şarap eşliğinde iki adet sardalya dolması yedim. Ardından güveçte morina balığı istedim. Ev yapımı ekmeği, balığın porto şarabı ile tatlandırılmış olağan üstü lezzetli suyuna bana bana yemeği bitirdim. Kahveyi güzel bir armanyak ile taçlandırdıktan sonra dudaklarımda bir ıslık, yalpa vura vura otele doğru yürümeye başladım.

Sabah kalktığımda nasıl yattığımı hatırlamadım. Otelin kahvaltı salonuna inip koyu bir kahve ve yağlı bir kruvasanla ayılmaya çalıştım. İkinci avare günümü Cannes'da geçirmeye kararlıydım. Fotoğraf makinelerimi yüklenip, tren garına doğru yürümeye başladım.

Cannes'ın kimsesiz sahilleriyle, Monte Carlo'nun kumar kokan havasını haftaya anlatmaya çalışacağım.
Yazarın Tüm Yazıları