Katmandu Vadisi'ne 30 yıl gecikmeyle yaptığım gezi unutulacak gibi değildi. 10 gün boyunca bir masalın içinde dolaştım durdum. Müze kentlerin sokaklarında geçmiş yüzyılları yaşadım.
Günler geçtikçe Katmandu Vadisi'ndeki görüntülere alışıyordum. Artık önüme çıkan her tapınağı, sokakları, uzaklardaki Himalayalar’ı, insanları fotoğraf makineme hapsedeceğim diye soluk soluğa koşturmuyordum. Gördüklerime ilk günlerdeki gibi şaşırmıyordum. Detaylarla fazla ilgilenmeden dolaşmaktan daha çok keyif alır olmuştum. Çevrede öylesine çok detay, tanrı ve söylence vardı ki, bunları izlemekten, bakmaktan, sormaktan yorulmuştum.
Katmandu Vadisi'ndeki son iki günümü, yavaşlatılmış bir tempoda geçirmeye kararlıydım. Haritayı, kitapları ve rehberi bir kenara bırakıp, belli bir adrese doğru değil de, önüme neresi çıkarsa oraya gitmeye karar verdim.
Aklım Baktapur'da kalmıştı. Vadiye ilk geldiğim günlerde şöyle bir uğramış, bir kahve içip yoluma devam etmiştim. Bu kadar bir süre bile, Katmandu Vadisi'nin ikinci önemli kentine hayran olmama yetip artmıştı.
Baktapur parayla girilen bir müze kentti. Biletimi alıp, kale kapısını andırır bir kapıdan girince, kendimi Durbar Meydanı'nda buldum. Nepal'de kraliyet sarayı bulunan tüm meydanlara ‘Durbar’ adı veriliyordu. Meydanı daha önce görmediğim halde biliyordum. Ünlü yönetmen Bertolucci, 1994 yılında ‘Küçük Buda’ adlı filmi burada çekmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, bazı sahneleri hayal meyal hatırlıyordum. Küçük Buda'nın koşturduğu meydanın bir köşesine oturup etrafı seyrettim. Dediğim gibi detayların yerine, bütünü gözlemek niyetindeydim. Detaylara dalarsam işin içinden çıkamayacağımın, zamanı yetiştiremeyeceğimin farkındaydım.
1700'lü yıllarda yapılan, ‘55 Pencereli Saray’ın altın kapısından içeri girdim. İç kapının alınlığındaki tahta oymaların karşısında büyülenip kaldım. İnsan ötesi bir sabrın emeği olan bu sanat şaheserini seyretmeye doyamadım. Saraydan çıkıp, bilmediğim bir sokakta aheste bir yürüyüş tutturdum. Baktapur'da zaten hiçbir şeyin acelesi yoktu. Zaman öylesine yavaş ilerliyordu ki, henüz bu yüzyıla varamamıştı. Kendimi çok önceki bir zamanda yürüyor sandım. Aslında bir tek ben bu zamana aittim. Tahta ile muhteşem uyum içindeki tuğla evler, kiremit damlı tapınaklar, insanlar, dükkánlar hep geçmişte kalmıştı. Her adımda biraz daha eskiye gittiğimi sanıyordum.
Baktapur'un ‘Müritlerin Şehri’ anlamına geldiğini bir yerlerde okumuştum. Gerçekten de gördüğüm herkes, bir ‘razı oluş’ içindeydi. Güneş girmeyen bu dar sokaklara bir doygunluk, bir alçakgönüllülük, bir tevekkül, bir inanç, bir ruhanî huzur sinmişti. Bütün yüzler, ermiş bir gülümseme ile aydınlanmıştı. Bir başka sokağın açıldığı küçük meydanda, seramik ustalarına rastladım. İlkel çarkların ortasına yerleştirdikleri çamura, döndüre döndüre can veriyorlardı. Yüzlerce seramik vazo, meydanda kurumaya terk edilmişti. Bir başka köşede ise saman yığınlarının altında, ilkel fırınlarda vazolar ateşle baş başa bırakılmıştı.
BAKTAPUR YOĞURDU
Bir duvar kıyısına ilişip etrafı seyrettim; Bir adam çamur yoğuruyordu. Bir kadın çocuğunun bitini ayıklıyordu. Bir ihtiyar, kerevetin kenarına yaslanmış uyuyordu. Bir çocuk da bana bir şeyler soruyordu.
Yere serdikleri yaygıların üstünde tatlı patates, kara lahana, ıspanak, muz, portakal satmaya çalışan güler yüzlü kadınların önünden geçip, daha büyükçe bir meydana geldim. Meydanın girişinde etrafım seyyar satıcılarla çevrildi. Kimi Gurka kaması, kimi incik boncuk, kimi Buda heykeli, kimi de paşmina satmak istiyordu. Hepsi bir ağızdan ‘Good Price’ diyorlardı. 500 rupi ile başlayıp, önce 300'e hemen ardından 150'ye iniyorlardı. O güzelim el emeklerinin bu kadar değersizleşmesine gönlüm razı olmuyordu.
Meydanın tam ortasındaki kahveye oturdum. Garson Baktapur'un yoğurdunun ünlü olduğunu söyledi. Bir çanak yedim. Pudra şekeri ile tatlandırılmış Kanlıca yoğurdunu andırıyordu. Sonra karşımdaki Nyatapola tapınağını seyrettim. Rehber de burasının, Nepal'in en yüksek tapınağı olduğu yazıyordu. Merdivenlerinin iki yanına tapınağın koruyucuları sıralanmıştı. Çocuklar çığlık çığlığa, koruyucuların güçlerinden korkmadan, onların sırtına binmiş oyun oynuyorlardı. Tanrılar onlar için birer oyuncaktı.
Güneş ışıklarını aldı gitti. Sokaklar, meydanlar, tapınaklar, tanrılar alacakaranlığa boyandı. Oturduğum yerden kalktım. Seyrettiğim masal dünyası beni serseme çevirmişti. Baktapur'dan ayrılırken masalı yarım bıraktığımın farkındaydım.
MAYMUNLU TAPINAK
Ertesi gün erkenden, ülkenin en eski Buda tapınaklarından biri olan Swayambunat'a gittim. İki bin yıllık bu tapınak, bir tepenin zirvesinde yer alıyordu. Yaklaşık 400 basamakla çıkılıyordu. İnananlar merdivenleri tırmanmayı tercih ediyorlardı. Böylelikle daha çok sevaba gireceklerini düşünüyorlardı. Benim böyle bir kaygım olmadığı için araba yolunu seçtim.
Tapınağın avlusunda bir maymun ordusuyla karşılaştım. Zirveye çıkan merdivenlerin iki yanı kavga eden, koşuşturan, zıplayan, uyuklayan maymunların istilası altındaydı. Tapınakların bulunduğu düzlüğe vardığımda, karmakarışık bir kalabalıkla karşılaştım. Dua eden rahipler, dua silindirini çevirenler, çanları çalarak günahlarını korkutmaya çalışanlar, adak adayanlar, bir duvar kenarında maymunları kollayarak piknik yapanlar, mum yakanlar, alnına kırmızı boya sürenler, hediyelik eşya satanlar, tepeden Katmandu'yu seyredenler... Maymunlarla köpekler de, tüm bu insanların peşinde koşuşturup, görüntüyü daha fantastik bir hale sokuyorlardı. Bir köşeye çekilip olanı biteni gözledim. Sonra hiçbir şey dilemeden bir mum yaktım. Tapınaktan çıkarken, günahlarımı kovmak için çanın ipine kuvvetlice asıldım.
KRALLARIN BANYOSU
Oradan ‘Güzellikler Kenti’ Patan'a geçtim. Artistlerin, entelektüellerin, bohemlerin yaşadığı kalabalık sokaklarda gayesiz dolaşıp durdum. Meydanda sarayın karşısındaki kaldırımda otururken, yanıma bir çocuk yaklaştı. Kırık dökük İngilizce'siyle nereli olduğumu sordu. ‘Türk'üm’ dedim. Çocuk bana Dünya Kupası'nda Türk takımını tuttuğunu, Brezilya maçında hakemin haksızlık yaptığını, üçüncü olmamıza çok sevindiğini anlattı. Sonra bana rehberlik yapabileceğini söyledi. Dolaşmaya hiç niyetim yoktu ama çocuğu kıramadım. Peşine takıldım. Beni önce Tuşa Hiti denen, dünyanın en büyük banyo küvetine götürdü. XVII. yüzyılda yapılmış bu açık hava banyosunda, kraliyet ailesinin yıkandığını anlattı. Sonra ‘Altın Tapınak’ta, tanrı heykellerinin çevresinde cirit atan kedi iriliğindeki fareleri gösterdi. Onların Tanrı Ganeş'in dostları olduğunu söyledi. Daha birçok şey anlattı ama dinlemedim. Geldiğim günden beri maruz kaldığım ‘bilgi bombardımanı’ndan yorulmuştum. Tekrar meydana döndüğümüzde 100 rupi verip teşekkür ettim. Gülümsemesine bakılırsa beklediğinden fazlasını vermiştim.
TİBETLİ SÜRGÜNLER
Patan'dan Tibetli göçmenlerin kümeleştiği Budanat'a doğru giderken, görüntüler kadar trafiği de kanıksadığımı fark ettim. Ne üstüme üstüme gelen arabalar, ne de kesintisiz çalan klakson sesleri beni tedirgin ediyordu. Bir kapıdan girince karşıma beyaz, yuvarlak formda, dünyanın en büyük Buda tapınağı çıktı. En tepede Buda'nın mavi gözleri dört bir yanı gözlüyordu. İzin verilen en yüksek noktaya kadar çıkıp, ben de Buda'nın gözlemine eşlik ettim. Nirvana'ya doğru tırmanan 13 basamaklı altın merdivenin, ilk basamaklarına yüz süren inananları seyrettim.
Tapınağın etrafında evler sıralanmıştı. Evlerin alt katlarında hediyelik eşya satılıyordu. Üst katlar ise kahve veya restorana dönüştürülmüştü. Çevrede pek turist görünmüyordu. Üç numara tıraşlı kafaları ve vişne çürüğü giysileriyle Budist rahipler, rahip adayları, din okulu öğrencileri, yerel giysiler içinde Tibetli kadınlar, müşteri avına çıkmış seyyar satıcılar, dar sokakta bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.
Akşama doğru otele döndüm. 10 gün süren Katmandu Vadisi gezisini noktalamıştım. Lobide, bahçeyi gören rahat bir koltuğa oturup düşünmeye başladım. Görüntüler, isimler, söylenceler beynimin kıvrımlarında dolaşıyor, gözümün önünde canlanıyordu. Birden her şeyi karıştırdığımı fark ettim. Neyin gerçek, neyin hayal olduğuna karar veremedim. 30 yıl gecikmeye çıktığım bu yolculukta bir masalın içinde yaşamıştım sanki... Şimdi bu rengarenk, eski, güzel, fakir, görkemli, yeşil, güler yüzlü, ürkek, nazik ülkeyi hazmetmeye çalışıyorum.
KATMANDU NOTLARI
Katmandu'da sokakların adları ve binaların numaraları yok. Haberleşme posta kutuları aracılığı ile yapılıyor. Onun için bir adresi aramak için boşuna zaman harcamayın.
Taksilerde taksimetre var ama çoğu sürücü bunu açmak istemiyor. Bu konuda ısrarcı olun. Yoksa birkaç misli para ödeyebilirsiniz.
Kent dışına çıkacaksanız yanınıza sandviç ve su almayı ihmal etmeyin. Kesinlikle açık su içmeyin.
Günlüğü 50 dolardan şoförlü araba kiralayabilirsiniz. Kendiniz kullanacaksınız bu fiyat 25 dolara kadar düşüyor.
NE ZAMAN GİDİLİR
Nepal'e gitmek için en uygun dönem ekim ve kasım aylarıdır. Bu iki ayda hava ne çok sıcak ne de çok soğuktur. Yağmur ve sis olmadığı için bu aylar treking yapmak isteyenler için idealdir. Aralık ve ocak aylarında dondurucu soğuk olmaz ama karanlık erken basar, rutubetli ve dumanlı hava görüşü engeller. Şubat ve nisan ayları arasında hava ısınmaya başlar. Bu aylar da Nepal'e gitmek için uygundur. Ama sis yüzünden Himalayaları görmek olanaksızlaşır. Mayıs ve haziran aylarında sıcak, rahatsız edici boyutlara ulaşır. Toz fırtınaları gezginleri tedirgin eder. Haziran ve eylül ayları arası meşhur Muson yağmurları başlar. Dağlar bulutların arkasında görünmez olur. Seller yüzünden yollar kapanır, uçak seferleri iptal olur ve salgın hastalıklar artar.