Başı bulutlara değen dağların eteklerinde, Afrika'dan gelen dalgaların okşadığı sahillerde, antikçağın en önemli saraylarından biri olan Knossos'un sokaklarında dolaşa dolaşa Girit yolculuğunu bitirdim.
Gezimin sonunda, Akdeniz'in bu güzel adasının yazın daha keyifli olacağına karar verdim.
Girit gezimin ikinci bölümünde, adanın Doğu ve güney sahillerine doğru yolculuk yaptım. Ayrıca iç kesimlerdeki dağlık bölgelerde, sisli yolları aşıp, dağ köylerinde dolaştım durdum. Aslında Girit'te kendimi hiç adadaymış gibi hissetmedim. Bitmek bilmeyen yollar, iç kesimden gökyüzüne fışkıran dağlar, göz alabildiğine uzanıp giden ovalara baktıkça, bir adadan çok, bir kıtanın güney sahillerinde dolaştığımı zannettim. Bence ada dediğin, yüksekçe bir yere çıkıp bakınca, dört bir yanında deniz görünen bir yer olmalıydı. Girit'te zirvelerden bakınca bile denizi göremedim.
İraklion'dan (Kandiye) Aya Nikolas kentine doğru uzanan yol da, kıyı kıyı, koy koy uzanıp gidiyordu. Bu bölümde dağlar nedense daha heybetli görünüyordu. Asfaltın koyuluğuna, şeritlerin beyazlığına bakılırsa yol yeni yapılmıştı. Hız limiti 70 ile 90 kilometre arasında değişiyordu. Ben bu limite mümkün olduğunca -biraz da korkudan- uymaya çalışıyordum. Ama beni sollayıp, bir anda gözden kaybolan arabaları görünce, adalıların limit falan dinlemediklerine karar verdim. Yollar bu mevsimde kimsesiz olduğu için, hız limiti aslında biraz zorlanabilirdi. Ama ben, yabancı topraklarda kurallara uymayı yeğledim.
Elounda'yla tepedeki bir virajı dönünce karşılaştım. Kasabanın üstünden sabah pusu henüz kalkmamıştı. Bu haliyle düşlere açık bir sahil beldesi gibi görünüyordu. Kıyıya inip, koyları dolaşa dolaşa ilerlemeye başladım. Sabah mahmuru koylar ayrı güzellikler sunuyordu. Evlerin çoğu, çivit mavisi kepenklerini kapatıp, Atina'nın taş yığını kışına dönmüşlerdi. Beyaz badanalı yazlıkçı villalarıyla oldukça yeni görünen kasabanın tarihi aslında eskiye dayanıyordu. Kuruluş olarak kitaplara düşen tarih 1579'du. Venedikliler adanın doğu kıyısını savunmak için burayı üs tutmuşlardı.
UYKUDAKİ YAZLIKLAR
Güneş yükseldikçe pus dayanamadı, dağıldı. Ortaya beyazlı mavili bir kasaba çıktı. Limana inip, ağlardan balık ayıklayan parmakları çatlak, pos bıyıkları sigara sarısı balıkçıları seyrettim. Burada da sokaklar boştu. Kahvelerin, restoranların çoğu kepenk indirmişti. Elounda'nın yaz yorgunu olduğu her halinden belli oluyordu. Dar yolu aşıp Spinolonga yarımadasına geçtim. Kıyıda durup, lacivert suyun altında, sokaklarında balıkların yüzdüğü Roma döneminden kalma kentin kalıntılarını seyrettim. Yazın bu sokaklarda balıklarla birlikte yüzmeyi düşledim.
Karşıdaki küçük ada bulunan görkemli Venedik kalesini uzaktan seyretmekle yetindim. Osmanlı'ya kök söktüren bu kale, yakın geçmişe kadar cüzzam hastalarına barınak olmuş, bu nedenle de gözlerden uzakta kalmıştı.
Döne dolaşa Elounda'yı bitirip, Girit'in en gözde tatil kentlerinden biri olan Aya Nikolos'a geçtim. Burada deniz kentin içine kadar girip, göl görünümünü almıştı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da rıhtıma kahveler ve restoranlar sıralanmıştı. Boş masaların aralarında zikzaklar çizerek kimsesiz rıhtımı adımladım. Köprünün korkuluklarına dayanıp, lacivert Akdeniz'in çırpıntılı sularını seyrettim. Rıhtımdan sonra dar sokaklardan döne döne tepelere çıkıp, Etnografya Müzesi'ni aramaya başladım. Yolu sorduğum bir bakkalda, Türk olduğumu öğrenen yaşlı bir kadınla sarmaş dolaş oldum. Sonunda müzeyi buldum ama gezemedim. Çünkü kış aylarında kapısına kilit vurulduğunu öğrendim.
AVRUPA'NIN EN GÜNEYİ
Döne döne çıktığım yokuşu yine döne döne inip, Dipsiz Göl'ün kıyısında, pervanesiz değirmenlerin fotoğrafını çektim. Kitaplara bakılırsa gölün dibi 64 metre derinlikteydi. Ama suyunun renginin karaya çalması yüzünden çevresinde oturanlar onun dipsiz olduğuna inanmışlardı. Karanlık sularda birkaç taş sektirip direksiyonu İyapetra'ya doğru kırdım.
Yarım saat sonra, Avrupa'nın en güney ucuna vardım. Avrupa Girit'in güneyindeki İyapetra'da bitiyordu. Kuzey Afrika ile Ortadoğu arasındaki ticarette önemli bir rol oynayan kent, aynı zamanda Minos ve Akha uygarlıklarının da kavşağında yer alıyordu. Kent ayrıca, Mısır seferine çıkan Napolyon'u bir geceliğine de olsa ağırlamakla övünüyordu. Aslında modernlik yönünde atılan adımlar adanın geçmişini yok etmiş, İyapetra'yı sıradan bir ‘deniz kıyısı kenti’ne dönüştürmüştü. Eski Türk mahallesine gidip, Osmanlı'dan kalma caminin ve musluksuz çeşmenin fotoğrafını çektim. Sonra kıyıdaki müşterisiz lokantalardan birinde karnımı doyurdum.
Karanlık basmadan dönüşe geçtim. Yolum bu kez iç bölgelerdeki dağlık kesimden geçiyordu. İnişler çıkışlar, zirvedeki küçük köyler, aşağılarda uzayıp giden ovalar, seralar... Dağ taş bir karış boş toprak göremedim. Zeytinin bittiği yerde bağlar başlıyordu. Bağ bitince tekrar zeytin ormanları doğayı süslüyordu. Akşam güneşi, sararan üzüm yapraklarına biraz da kırmızı çalıp, bağları turuncuya boyuyordu. Dağlar, adalı dağlar değildi sanki. Çünkü zirveleri bulutlara değiyordu. Oysa ben, adalı dağların daha ufak tefek olduklarını sanırdım. Adalar sanki büyük dağların ağırlığına dayanamaz batardı!.. Kafamda alakalı alakasız bir sürü düşünce, gözümde dağ, tepe, ova manzaraları olduğu halde Girit'i güneyden kuzeye yarıp, karanlık basarken İraklion'a geri döndüm.
KNOSSOS SARAYI
Ertesi sabah soluğu, Girit'in Minos dönemindeki başkenti olan Knossos'ta aldım. Mor salkımların tünele çevirdiği girişten geçip, İ.Ö 1700 yıllarında yapılan saraya girdim. Koca yapıda tek başınaydım. Merdivenleri ine çıka, oda oda vaktim elverdiğince tüm kalıntıyı gezmeye çalıştım. Duvarlara, sütunlara dokundum, insan büyüklüğündeki saklama küplerini seyrettim, fresklerdeki figürlerden anlam çıkarmaya çalıştım. Ama bir türlü tarihin derinliklerine gidemedim. Bunun suçunu da arkeolog Arthur Evans'a yükledim. Çünkü bu zat sarayın yıkıntılarını, 1900 ile 1929 yılları arasında kendi düş gücüne göre restore etmişti. Benim gördüklerim, gerçekten çok, bir arkeoloğun düşlerinin canlandırılmasıydı. Onun için gizemli koridorlarda kendi düşsel yolculuğuma çıkamadım.
Yine de gördüklerime şaşırmaktan geri durmadım. Örneğin Kraliçe Megaro'nun banyosundaki kilden yapılmış küvet, kanalizasyon sistemi, zambak ve kuş tüylerinden taç giyen Zambaklı Prens'in freski, ziyaretçilerin saraya girmeden önce yıkanıp yağlandıkları arınma küveti her şeye rağmen insanı şaşırtıyordu. Ama ben, her köşe bucakta, yarısı insan yarısı boğa olan Minotaur'un hapsedildiği labirenti arıyordum. Ama Evans labirenti düşleyemediği için, karışık yolları gizleyen duvarları bulamadım.
Knossos'tan sonra yine bağların arasından, kıvrım kıvrım yolları aşıp İda'nın eteklerine vardım. Buradaki İda Dağı, 2456 metre yükseklikteki zirvesiyle bizdeki adaşına benziyordu. Bu dağ da bir çok efsaneye yataklık etmiş, birçok efsaneyi bulutlu zirvelerinde doğurmuştu. 20 dakikalık yokuş yukarı yürüyüşü göze alamadığım için İda Mağarası'nı göremedim. Efsanede anlatıldığına göre annesi oğlu Zeus'u, çocuklarını yutan kocasının elinden kurtarmak için bu dev mağarada saklamış ve burada büyütmüştü.
HİPPİLERİN MEKANI
Güneyin gözde mekánlarından Matala'ya vardığımda hava bozmuş, yağmur atıştırmaya başlamıştı. Önceleri sakin bir balıkçı köyü olan Matala, 1960'larda hippilerin keşfetmesinden sonra hareketli bir tatil beldesine dönüştü. Kumsal ve çevredeki derme çatma balıkçı kulübeleri, dünyanın dört bir yanından gelen hippilerin aşk yuvasına dönüştü. Daha sonraki yıllarda ‘aşk ve çiçek çocukları’, yerlerini yazlıkçı turistlere terk etmek zorunda kalmışlardı.
Kumsala bakan tek açık restoranın terasına oturdum. Koyun bir yanında yükselen kumtaşı kayalıklardaki mağara evlerin önünde balık tutmaya çalışan adamı seyrettim. Etrafında birikmiş boş bira şişelerini görünce, balığın bahane olduğunu anladım. Kumsalda koşuşturup duran sokak köpeklerini seyrettim. Afrika'dan kopup gelen beyaz köpüklü dalgalara dalıp gittim. Canım bir duble Girit rakısı istedi. Bir derken iki üç oldu. Baktım iş uzayacak, hemen hesabı isteyip kalktım. Islak ve kimsesiz yollardan, acelesiz, tasasız, hüzünlü bir müzik eşliğinde İraklion'a geri döndüm.
İRAKLİON TOZ DUMAN
Girit'teki son günlerimi, adanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan İraklion'da (Kandiye) geçirdim. Bu kent, adanın en büyük ve en çirkin bölgelerinden biriydi. Önümüzdeki yıl yapılacak Olimpiyatlar için her taraf inşaata dönüşmüştü. Yeni stadyumlar yapılıyor, yollar genişletiliyor, altyapı için çukurlar açılıyordu. Kent toz duman içindeydi. Trafik arapsaçına dönmüştü. Eskimiş beton binalar görüntüyü iyice çirkinleştiriyordu. İraklion'un en çok alışveriş yapılan caddesini sevdim. Bu caddedeki manavlarda, Girit mutfağının gözde sebzelerini ve otlarını keşfettim. Yan yana dizilmiş açık hava kasaplarında, tellere asılmış tavşanları, kuzuları, domuzları görünce, Avrupa Birliği standartlarının Girit'e henüz ulaşmadığını anladım. Şifalı ot ve zeytinyağı satan dükkánlardan çıkmak istemedim. Birbirinden güzel sokak barlarında öğrencilerle birlikte kadeh tokuşturdum. Arka sokaklarda gerçek Girit yemeklerinin sunulduğu güzel restoranlar keşfettim.
Beş gün boyunca batıdan doğuya, kuzeyden güneye dolaşıp durdum ama yine de adanın tümünü bitiremedim. Dönüş yolculuğunda Girit'in yaz başında daha şen, daha keyifli olacağına karar verdim. Şimdilerde Girit asıllı dostlarımla gezi anılarını paylaşıp, adanın kulağını çınlatıyoruz.