Kışın başında Girit

Yine mevsimsiz bir yolculuğa çıkıp, kışın başlangıcında, yaz aylarının sevgilisi Girit Adası'na gittim.

Gitmeden önce arşivleri karıştırıp, benden önce kim ne yazmış diye bir göz atmak istedim. Bol kaynak bulacağımı umuyordum. Çünkü etrafımda kime sorsam, anadan veya babadan Giritli çıkıyor, adalı olmakla övünüyordu. Konuştuklarımın çoğu, daha dün gitmişçesine Girit mutfağını anlata anlata bitiremiyordu. Girit asıllıların sayısı çoktu ama, arşivde, ada hakkında yazılmış yazı bulamadım. Yani eli kalem tutanlar arasında, atalarının topraklarına gidip de oraları anlatan olmamıştı. Sadece Ahmet Yorulmaz, ‘Girit'ten Cunda'ya’ adlı kitabında, adanın 1940'lı yıllarını bir aşk masalıyla birlikte gözler önüne sermişti.

Aslında Girit daha çok ilgiyi hak ediyordu. Adadaki Türk izlerinin başlangıcı 1669 yılına dayanıyordu. O tarihte adayı işgal eden Osmanlı, tam 150 yıl boyunca huzurlu bir yaşam sürdürülmesini sağlamıştı. Bir rivayete göre Girit'in işgaline, Kızlar Ağası Sünbül Ağa'nın Mısır'a giderken, Girit yakınlarında Maltalı korsanlar tarafından öldürülmesi neden olmuştu. Ağanın kalyonunu ele geçiren korsanlar, malları, paraları yağmalamış, ağanın güzel cariyelerini Hanya pazarında satmışlardı. Durumu haber alan Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa Sultan İbrahim'in huzuruna çıkıp: ‘Padişahım Girit keferesinden intikam almak gerek’ demişti. Yusuf Paşa, Cinci Hoca'nın da yardımıyla padişahı ikna etmeyi başarmıştı. 106 harp gemisi, 300 Karamürsel denen nakliye gemisinden oluşan donanma Girit'e doğru yola çıkmıştı. Donanmadaki askerlerin sayısı bir rivayete göre 50 bin bir rivayete göre ise 101.000 kişi idi. Osmanlı ordusu Girit'i fethetmek için tam 24 yıl 4 ay 16 gün savaşmıştı.

GEZ GEZ BİTMEDİ

Fethin öyküsünden birkaç roman yazmak mümkündü. Anadolu'dan Girit'e gidenler, doğanlar, büyüyenler, orayı vatan bilenler ve sonunda zorunlu sürgünlükle vatanlarını terk edenlerin sayısı o kadar çoktu ki, bu önemli adanın şimdiye kadar dört başı mamur niçin yazılmadığına anlam veremedim.

Defterimde bölük pörçük birkaç not, birkaç restoran adresi, kafamda birçok soru işareti ile Atina uçağına bindim. Aslında Girit pek uzakta değildi. İstanbul'dan bir saatte Atina'ya, oradan da 35 dakikada İraklion'a (Kandiye) varılıyordu. Şengen vizesini Alman konsolosluğundan aldığım için, içimde bir tedirginlik vardı. Ama hiç sorgu sual olmadı.

İraklion'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Alandan kiraladığım arabayı ve yol tarifini alıp, kendimi Girit'in sıcak kollarına attım. Amacım kalacağım beş gün boyunca, girdisiyle çıktısıyla tüm adayı görmekti. Ama hesabım çarşıya uymadı. Uzunluğu 245, genişliği en dar yerde 12, en geniş yerde 56 kilometre olan adayı geze geze bitiremedim. Üstünde araba kullanmadığım birkaç yol, kıyısında, kahvesinde oturup hayal kurmadığım birkaç şehir başka bir zamana kaldı.

Kaybola kaybola İraklion'un 14 kilometre güneyindeki Arhenas kasabasına vardım. Avrupa Birliği'nin ‘Model Köy’ seçtiği bu şirin kasabada, 1890 yılında yapılmış bir villada kalacaktım. Turistik yerlerdeki beş yıldızlı oteller, bana çok 'plastik' geldiğinden bu villayı seçmiştim. Mevsim dışı olduğu için de çok iyi fiyat vermişlerdi.

SÜRPRİZ TAMİRAT

Kasabanın zirvesindeki 'Villa Arhanes'ı güç bela buldum. Beni kapıda yönetici Niko karşıladı. Koluma girip, avludaki havuzun kenarında küçük bir masaya oturttu. Bir yandan hal hatır sorup, bir yandan da masaya küçük bir şişe rakı, küçük kadehler, bir de mercimekten biraz büyük yeşil zeytin koydu. Bir, iki kadeh derken Niko ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Burada küçük bir tamirat var. Gürültüden rahatsız olursun. Sana İraklion'da, deniz kıyısında beş yıldızlı bir otelde yer ayırttım. Aynı para, üstelik ful pansiyon...’ Birden keyfim kaçtı. Ama yapacak bir şey yoktu. Nasıl olsa araba kullanmayacağım diye art arda yuvarladığım rakıyı kesip Niko ile vedalaştım. Bana küçük bir kazık atmış olsa da Niko candan adamdı. Veya Girit rakısı beni hoşgörülü yapmıştı.

Hem biraz ayılmak hem de bu şirin kasabayı görebilmek için, arabayı park ettiğim yerde bırakıp dar sokaklara daldım. Neo-klasik dönem Girit ve Venedik mimarisiyle inşa edilmiş bu şirin sokaklar bana Şirince'yi, Cunda'yı, Alaçatı'yı, eski Foça'yı anımsattı. Mor, kırmızı, beyaz çiçekli begonviller burada da taş duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu. Balkon kenarlarında, pencere pervazlarında teneke kutulara dikilmiş sardunyalar, gölgeliklerde cam güzelleri, begonyalar, balkonlarda uçuşan renkli çamaşırlar tanıdık görüntülerdi. Yaşlı bir kadın kapının önüne oturmuş, karşıdaki Kutsal Giouchtas dağını seyrediyordu.

TABLO GİBİ TABELA

Yorulunca bir kahveye oturup, sade bir Yunan kahvesi söyledim -Türk kahvesi denmiyordu. Kahveyi yudumlarken, kendimi Türkiye'nin bir sahil kasabasında hissettim. Her şey araya bir karbon kağıt konup çizilmişçesine birbirine benziyordu. Arabaya doğru yürürken, dükkanların tabelaları gözüme çarptı. Resimlerle, süslü yazılarla her biri bir tablo gibiydi. Kasabayla ilgili broşürde yörenin yaprak sarmasının, taş fırında pişen sebzeli pizzasının, beyaz şarabının çok ünlü olduğunu okumuştum. Tüm bu lezzetlerin peşine düşersem, kalacağım oteli bulmakta zorlanabilirdim. Onun için karanlık basmadan İraklion'a doğru dönüşe geçtim.

Gördüğüm bir tabela, yolumu değiştirmeme neden oldu. Tabela Girit'in en büyük yazarı

-belki de Yunanistan'ın- Kazancakis'in müzesinin bulunduğu yeri gösteriyordu. Buraya kadar gelmişken Zorba, Günaha Son Çağrı romanlarının yazarının doğduğu yeri görmeden geçmeyi vicdanıma yediremedim. Kazancakis'i sadece bu iki romanla anmak haksızlık olurdu. O, felsefi deneme, gezi, şiir, trajedi gibi bir çok türde eser yazmıştı. Birçok ünlü eseri de Yunanca'ya çevirmişti. Bağnaz Ortodoks kilisesince aforoz edilince, ‘Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm’ diyerek kiliseye başkaldırmıştı. Kazancakis'in doğum yeri olan Mirtia köyüne vardığımda, müzenin kapısında koca bir kilidin asılı olduğunu gördüm. Zamansız gezmelerin bu zararı vardı. Girit'te bu mevsimde müzelerin hemen hemen tamamı kapalı olduğu için birçok eseri göremedim.

ZEYTİNSİZ KAHVALTI

İraklion'un sahil kesiminde rutubet kokan termal oteldeki odama yerleştiğimde güneş çoktan görüntüden çekilmişti. Biraz dinlendikten sonra resepsiyona gidip, yerel yemek bulabileceğim restoran adresi sordum. Görevli hemen yakındaki bir yeri tavsiye etti. Ama saat 22.00'den önce servisin başlamadığını söyledi. Aslında Yunanlıların yaz aylarında akşam yemeklerini oldukça geç yediklerini biliyordum ama, kışın biraz daha erkene aldıklarını sanıyordum. Yanılmışım. Onlar için yaz-kış fark etmiyormuş. Keyiflerinden hiçbir şekilde taviz vermediklerini bir kez daha öğrendim. Akşam güzel bir yemek yedim. Ne yediğimi ‘Girit Yemekleri’ faslında anlatacağım.

Sabahleyin tahmin ettiğim gibi, 'plastik' bir kahvaltıyla karşılaştım. Zeytini ile ünlü Girit'te, kahvaltıda zeytin vermediklerine hayret ettim. Halbuki buraya gelmeden önce ekmeğimi has zeytinyağına banacağımı, kalamata zeytinlerinden doya doya yiyeceğimi düşlemiştim.

Sabahın erken saatlerinde Hanya'ya doğru yola çıktım. Yol bazen tepelere doğru tırmanıyor, bazen sahile doğru iniyordu. Yol boyunca sıra sıra zakkum ağaçları dikilmişti. Yazın zakkumlar çiçek açınca, görüntünün çok keyifli olacağını düşündüm. Yolun hemen kıyısından yükselen dağ yamaçları ise zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Zeytin yeşili dağlarla, Akdeniz mavisi deniz birbirini tamamlıyordu. Koylardaki küçük yerleşim yerleri kimsesizdi. Yaz konukları elini eteğini çektiği için, etrafta yaşam belirtisi yoktu. Hanya'ya yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Antik çağdan beri Girit'in en gözde kentlerinden biri olan, Romalıların, Bizanslıların, Venediklilerin, Cenevizlilerin, Osmanlıların ve Mısırlıların uğruna kan döktüğü Hanya'nın anlatımına haftaya devam edeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları