Birkaç yıldan beri uzun deniz yolculuklarına çıkıyorum. Öyle dur durak bilmeden giden gemileri pek sevmiyorum.
Ama her sabah başka bir limanda demir atan yüzer otellerle dolaşmanın keyfine de doyamıyorum. Geçen haftada Miami'den böyle bir gemiye binip, Karayip Denizi'nde sıcağın tadını çıkarttım.
Kış önümü kesmekte inat edince ben de yaza kaçtım. Geçen hafta soluğu Karayip Denizi'nde aldım. Costa Atlantica adlı gemiyle -yüzer otel demek daha doğru olur- o ada senin, bu ada benim dolaşıp durdum. Son yıllarda denizle pek sıkı fıkı oldum nedense... Önce İngiltere'nin Southampton limanından 'Queen Elizabeth 2' transatlantiğine binip New York'a gittim. 6 gün boyunca çalkantılı okyanusa bakmaktan sıkıldım. Ama Atlantik Okyanusu'nu gemi ile geçenlerin listesine adımı yazdırmaktan da başka türlü bir keyif aldım.
İkinci uzun deniz yolculuğumu geçen yıl, Pasifik Prenses adındaki bir yüzer otelle Akdeniz'de gerçekleştirdim. O gezi liman liman olduğu için daha keyifliydi. Pire, Napoli, Monako, Barcelona... Her limanda o ülkenin tadına baktım, rıhtımlarında aylaklığın keyfini çıkardım, arka sokaklarda kentlerin gerçek yüzünü gördüm... Güzel bir geziydi. İnsanın oteli ile birlikte gezmesinin ne kadar zevkli olduğunu bu gezide keşfettim... Akşama kadar taban tepip yoruluyor, akşam gemiye dönünce iki dirhem bir çekirdek giyinip, bardaki yerimi alıyordum. Gemi limandan ayrılırken kente el sallayıp, batan güneşe karşı kadeh kaldırıyordum.
Üçüncü yolculuğumu da geçen hafta Karayip Denizi'nde yaptım. Cerrahgil Turizm şirketinin organize ettiği yolculuğu, Costa Atlantica adlı diğer bir yüzer otelle gerçekleştirdim. Kıskandırmak gibi olacak ama siz burada soğuktan donarken, ben oralarda -veya cennet adalarda- sıcaktan bunalıp, gölgelik serin kuytular aradım.
Bu unutulmaz yolculuğu anlatmadan önce, biraz deniz yolculuğunun geçmişinden bahsetmekte yarar görüyorum. O zamanlar sadece çok meraklıların -macera düşkünlerinin-, tüccarların, çoğunlukla da misyonerlerin çıktığı bu yolculuklara katlanmak her babayiğidin harcı değildi. Alman tarihçi Winfred Löschburg'un, 'Seyahatin Kültür Tarihi' adlı kitabında anlattığına göre, ilk deniz yolcuları gemiye binmeden önce sıkı bir alışveriş yapıyorlardı. Aldıkları yolculuk için gerekli eşyalardı: Keten pantolonlar, içine kum girmesin diye küçük halkalarla büzülebilen uzun konçlu çizmeler, mendiller, hasır döşekler, kusma kabı, susuzluğa karşı nöbet şekeri, yetecek kadar yiyecek, insana güç veren koku maddeleri, yeşil zencefil, veba hapı ve diğer ilaçlar... Deniz aşırı yolculuklarda fırtınada geminin batmamasına yardımcı olmak, korsan saldırılarına karşı koymak da yolcuların göreviydi.
Fransa'dan kalkan bir gemi, yaklaşık 650 günde Çin'e varıyordu. Amerika'ya doğru yola çıkan her on yolcudan biri, hedefine hiçbir zaman ulaşamıyordu. Buhar gücünün bulunması deniz yolculuğunda bir devrim yarattı. 'Clermont' adındaki buharlı gemi, 1807'de Hudson Nehri üzerinden New York-Albany arasındaki ilk seferini yaptığında, Robert Fulton nehir ve deniz gezileri tarihinde yeni bir çığır açmış oldu.
YANDAN ÇARKLI SARAYLAR
Yazının başında bahsettiğim 'yüzer otellerin' ilk örneklerini 'City of Memphis' ve 'Golden Dust' isimli, yandan çarklı, devasa beyaz gemiler oluşturdu. Bir zamanlar ünlü Mississippi dümencisi Clemens -namı diğer Mark Twain- bu yandan çarklılara 'yüzen saraylar' diyerek onları ölümsüzleştirdi. Gemilerdeki dans salonlarından ve güvertelerden müzik sesleri yükseliyordu -tıpkı bugünkü gibi. Bu nehir gemileri, yolcularla birlikte New Orleans blues'unun hüzünlü nağmelerini de tüm Amerika'ya yayıyorlardı.
Okyanusu geçen ilk buharlı gemi olan 'Savannah', 1819'da Amerika'dan İngiltere'nin Liverpool limanına tam 25 günde gitti. Gemide yeterince yakacak odun bulundurulamadığı için makine sadece durgun havalarda çalıştırılmış, diğer zamanlarda yelkenler imdada yetişmişti. 1840 yılında, İngiliz armatör Samuel Cunard, Atlantik'teki ilk buharlı gemi ağını kurdu. 1852-1857 yılları arasında Thames Nehri’nde inşa edilen yandan çarklı ve uskurlu vapur 'Great Eastern', 207 metre uzunluğunda, 25 metre enindeydi. Saatte 14,5 deniz mili hıza erişebilen bu ilk okyanus devi dünyada hayranlık uyandırmıştı.
Deniz yolculuğunun kaba özeti böyleydi. Aradan geçen yıllar -veya asırlar- gemileri süper lüks otellere dönüştürmüştü. Ama gemilerin hızı bir o kadar artmamıştı.
UÇAĞIN TADI KAÇTI
Costa Atlantica'ya ulaşabilmek için epey bir yol yaptım: İstanbul, Milano, Miami, Fort Lauderdale. Oldukça sıkıntılı bir yolculuk oldu. Bir defa uçaklar içine düştükleri '11 Eylül Krizi' nden kurtulabilmek için her şeyden kısmışlardı. Yemekler yenmeyecek kadar lezzetsizdi. Hosteslerin davranışları kabalaşmış, ikramlar en alt düzeye indirilmişti.
Uçakların sıradanlaşmasına bir de, havaalanlarındaki abartılmış arama taramalar eklendi. Her havaalanında -hele Amerika'da- uzun uzun kuyruklarda bekledim. Her seferinde cüzdanımı, kalemimi, gözlüğümü, saatimi, kemerimi, ayakkabılarımı çıkartıp, güvenlik kapısından geçtim. Her seferinde de alet bipledi. Bipledikçe de iyice didiklendim. Amerika'ya girişte pasaport kuyrukları bildim bileli uzundur. Bu kez daha da uzadığına şahit oldum. Sıra bana gelince -yaklaşık yarım saat sonra- önce pasaportum sayfa sayfa incelendi. Sonra önce sağ, ardından sol işaret parmağımın izi alındı. Fotoğrafım çekilip fişlendikten sonra ancak giriş damgam vuruldu.
Bavulumu beklerken ise kendimi bir köpek çiftliğinde zannettim. Büyüklü küçüklü birkaç cins köpek, görevli sahipleriyle birlikte, bagajları koklaya koklaya dolaşıyorlardı. Köpek bir bavulu fazla koklayıp havlamaya başlayınca, o bavulun sahibi hemen bir odaya çekilip didik didik aranıyordu. Köpeklerden biri benim bavuluma havlayacak diye ödüm koptu... Yol boyunca onca zaman kaybı, onca hakaret, onca stres... Yolcular tatile değil de sanki esir kampına götürülüyordu. Gezim boyunca arada bir bu işin çözümünü düşündüm. Bütün dünya gezginleri -yolcuları- anlaşıp, bir süre ülkelerinden çıkmasa, iflasla karşı karşıya kalan hava yolu şirketleri, döviz geliri azalan ülkeler elele verip, bu işkenceye mutlaka bir çözüm bulurlardı.
Ben şimdiden bu çağrıyı yapıyorum: 'Bütün dünyanın yolcuları birleşin!..'
BAHŞİŞİN TARİFESİ
Devasa gemiyi görünce, bu yolculuğun her türlü zahmete katlanmaya değeceğini anladım. Güzel bir kamarada kalıyordum. Daha önceki gezilerimden edindiğim tecrübe ile, benim koridordan sorumlu Filipinli kamarota bir miktar bahşiş verdim. Bu peşin bahşişin, yolculuk boyunca bir çok sorunu çözeceğini biliyordum. Gemide çalışan çoğu Filipinli olan görevlilerin, ayda yaklaşık 50 dolar aldıklarını öğrendim. Her gün kamaralara bırakılan gemi gazetesinde, bahşiş listesi yayınlanıyordu. Kat görevlilerine, kişi başına her gün 3 dolar, diğer hizmetlilere ise 1,5 dolar vermek gerekiyordu. Barda çalışanlar ise hesaba yüzde 15 servis ücretini ekliyorlardı. Yani çalışanların ücretini de müşteriler ödüyordu.
Bahşişi kapan kamarot Jay, hemen buz kovasını doldurdu. Yedek havluları getirdi. Kamaramda her türlü konfor mevcuttu: Büyükçe bir yatak, karşısında uydular aracılığı ile yayın yapan televizyon, mini bar, küçük ama kullanışlı bir banyo, yeteri kadar gardırop ve en önemlisi manzaralı bir balkon... Duşumu aldıktan sonra bornozumu giyip balkona çıktım. Yanımda getirdiğim malt viskiden
-Highland Park 18- iki parmak doldurup, bir buz attım. Şezlonga uzanıp, yavaş yavaş uzaklaşan kıyıyı seyretmeye koyuldum.