Önce buram buram balık kokan Anadolu Kavağı, sonra asırlardan beri İstanbul'u bir tepeden seyreden Yoros Kalesi ve nihayetinde Anadolu Feneri.
İşte Boğaz'ın Anadolu yakası bu küçük köyle birlikte bitiyor. Buradaki fener yüzyıllardan beri gece karanlığında Karadeniz'den gelen gemilere ışık çakıp, onların Boğaz'a kazasız belasız ulaşmalarını sağlıyor.
Bu kez uzaklara gitmeye üşendim. Gezi hakkımı İstanbul'da kullandım. Puslu bir cumartesi sabahıydı. Güneş beyaz tülün ardından parıldıyordu. Bahar gelirmiş gibi yapmıştı. Ona kalsa, gelip İstanbul'un üstüne oturacak, yaza kadar kalkmayacaktı. Çünkü o da İstanbul'u özlemişti. Ama kış, kışlığını sonuna kadar yapmak niyetindeydi. Nedense o gün karını, soğuğunu toplayıp kayıplara karışmıştı. Bu fırsatı ganimet bilen bahar, bir acele gelmişti.
Ağaran tanla birlikte, yüzlerce kuşun körpe gırtlaklarından kopan bir cümbüş gökyüzünü kaplamıştı. Güneş yeryüzüne altın renkli bir sevinçle saçılıveriyordu. Anlayacağınız güzel bir gündü. Yolum uzak olmadığı halde erkenden yola çıktım. Boğaz kıyısından puslu manzarayı soluya soluya, Anadolu Feneri'ne kadar gidecektim.
Paşabahçe, Beykoz, sonra ormanların içinden döne döne Anadolu Kavağı... Yolun kıyısında hálá kar vardı. Sahile inince arabayı kenara çektim. Niyetim Boğaz'ı koklamaktı. Dışarı çıkınca, Karadeniz'i yalayıp gelen serin rüzgar önce göğsümden itekledi, sonra sarıp sarmaladı. Islaktı ve tuz, yosun, iyot, balık kokuyordu. Soğuk karayelle fazla oynaşmadım. Kollarından sıyrılıp, tekrar arabaya bindim. Beni bırakan rüzgar arkamdaki bayırı yaladı, ağaçların dallarıyla oynaştı ve zirveyi aşıp gitti.
BOĞAZ'IN SON KÖYÜ
Anadolu Kavağı, Boğaz'ın Anadolu yakasındaki son köy olmanın yalnızlığı içindeydi. Burası yıllardan beri, sıkıldığımda kaçıp saklandığım köşe bucaklardan biriydi. Ya meydandaki banklardan birine oturup, uzun uzun Karadeniz'in Boğazla kucaklaşmasını seyrederdim. Ya da bir restoranda, denizi gören bir masada, balığı bahane edip, bir başıma hayal kurup dururdum.
Buradan geçip gitmeden önce isterseniz geçmişe bir yolculuk yapalım. Geçmişi anlatmaya da her zaman olduğu gibi Evliya Çelebi ile başlayalım. Çelebi kasabanın o dönemini şöyle anlatır: 'Deniz kıyısında büyük bir limanın kıyısında, 800 haneli ve İrem bağlı tamamen Müslüman evleridir. Camii, yedi mescidi, hamamı, 200 kadar dükkanı, bekar evleri, sıbyan mektebi, bir çeşmesi, ve ab-ı hayat suları var bir kasabacıktır. Halkı tamamen gemici, bağcı ve marangozdur. Hepsi Anadoluludur... Limanında kış ve yazda 200-300 parça gemi eksik değildir, zira uygun hava olmasını gözetip, uygun olunca her bir gemi bir tarafa gider. Dağlarının kestanesi ve ahlat armudu meşhurdur.' Reşat Ekrem Koçu bu meyvelere bir de inciri ekler. Ona göre 'Kavak İnciri' nden bal damlar. Yine ondan öğrendiğime göre, 1946 yılında incir ağaçlarının çoğu kesilmiştir.
Koçu, Anadolu Kavağı'nın sularını da öve öve bitiremez. İstanbul Ansiklopedisi'nde bu konu üstüne şunları yazar: 'Gayet tatlı, abı hayat misali suları ile tanınmış olan bu köyde altı çeşme vardır: Çeşmelerden akan sular Dolay Suyu ve Çınardibi Suyudur. Köyün diğer meşhur suları, Abdihoca, Abıhayat ve Kumdöken sularıdır. Bu sonuncusu adından da anlaşılacağı üzere mide, bağırsak ve böbrek hastalıkları için şifalı bir sudur.'
40'lı yıllarda askeri bölgenin içinde bulunduğu için, kasabaya yabancıların girmesi yasaktı. İskelede polisler gelenlerin kimlik kartlarını kontrol ederlerdi.
Bu yasaklı dönemleri ben de anımsıyorum. 60'lı yılların sonunda, kara yoluyla Kavak'a giderken bir noktada araba durdurulur, içerdekilerin kimlik kartlarına dönüşte iade edilmek üzere el konulur, bagaj sıkı sıkıya aranır, ondan sonra geçiş izni verilirdi. Askerlerin bu aramaları beni çok heyecanlandırırdı. Kontrol noktasından geçtikten sonra başka bir ülkeye gittiğimizi sanırdım hep.
TEPEDEKİ KALE
Vakit erken olduğu için bu sefer 'balık molası' vermedim. Orada kalmakta ısrar eden ruhumu zorla ikna edip, Kavak'ın dar sokaklarından kıvrıla kıvrıla Yoros kalesine doğru tırmandım.
Bu yıkık kaleden Boğaz'ı seyretmeye doyum olmaz. Kale bir Bizans yapısıdır ama sürekli el değiştirmiştir. Çünkü buraya sahip olan, Karadeniz ticaret yolunun da sahibi olur. Nitekim kale yıllar boyu Bizanslılar, Cenevizliler ve Osmanlılar arasında gidip gelmiştir.
Böylesine önemli bir geçmişe sahip olan Yoros Kalesi, benim gittiğimde tüm önemlerinden sıyrılmış, yarı harabe halinde, kendi başınaydı. Görkemli geçmişi övünen bir düşküne benziyordu sanki. Kalenin ayakta kalmayı becerebilmiş bir duvarını rüzgara siper edip, geçmişi görmeye çalıştım. Kimi kaynaklar Yoros Kalesi'nin adını 'kutsal yer' anlamına gelen Hieron'dan aldığını öne sürer. Kimi kaynağa göre ise Yoros adı, antikçağ tanrılarından Zeus'un sıfatı olan 'uygun rüzgarlar' anlamındaki 'Ourios' tan gelir. Başka bir iddia ise Yoros adının doğrudan doğruya dağ anlamına gelen 'oros' tan geldiği yolundadır.
Evliya Çelebi ise kalenin adıyla ilgili daha farklı şeyler söyler. Ona göre burada Yoros adlı bir rahibin manastırı olduğu için kaleye de aynı ad verilmiştir. Çelebi sözüne şöyle devam eder: 'İçinde hálá 200 kadar Müslüman evi ve ufak bir Yıldırım Han camii vardır. Zira Yıldırım Han bu kaleyi fethedip kalmıştı. Sonra Fatih tamir edip, içine asker koydu. Gerçi hálá dizdarı ve askerleri yoktur. Ancak gökyüzüne baş kaldırmış yüksek bir dağın üzerinde dörtgen şekilli bir kaledir. Fırdolayı 2000 adımdır. Dört tarafı kestane ormanıdır. Halkı tamamen odun taşıyıcısıdır. İri sığırları, lezzetli saf sütleri ve yoğurtları olur. Bu kale halkı, Karadeniz'de Kazak şaykaları belirse, ateş yakıp çevre köylere haber ederler, o işe memurlardır. Ancak geceleyin asla ateş yakmazlar, zira Karadeniz'de yüzen gemiler karanlık gecede boğaz sanıp karaya düşerler...'
Evliya Çelebi böyle söylese de, bazı korsanların gece bu tepede ateş yaktıkları, buna aldanıp kayalara bindiren gemileri soydukları, resmi olmayan tarih kitaplarında konu edilir. Şimdi kale civarında hiçbir heyecan yoktur. Yoros, şarapçılar, kaçak aşıklar, benim gibi Boğaz aşığı tek tük konuğuyla birlikte, bir tepeden sessiz sedasız İstanbul'u seyretmektedir. Tıpkı asırlardan beri yaptığı gibi.
FENERİN KÖPEKLERİ
Yoros'u kendi haline bırakıp, ormanın içinden geçen bir yoldan Fener Köyü'ne doğru gitmeye başladım. Bu yolun bahar başlangıcında ne kadar tahrik edici olduğunu bildiğim için, kış soğuğunda çırıl çıplak soyunmuş ağaçların zavallı görüntülerine aldanmadım. Onların en çok bir ay sonra yapraklarını, çiçeklerini takıp takıştırarak dayanılmaz birer güzele dönüşeceklerini biliyordum.
Önce bir okulun önünden geçtim. Sonra küçük meydanı dolaşıp fenere bulunduğu uca giden dar yola saptım. Yolun bitiminde arabadan inince, köyün tüm köpeklerinin etrafımı sardığını gördüm. Onlara verecek kuru bir ekmek parçası bile bulamadığım için mahcup oldum. Başlarını okşamakla yetindim. Köpekler umduklarını bulamayınca bir koşu uzaklaştılar. Issız sokakta bir başıma kaldım. Önce fenerin yanı başındaki 'Kaptan Restoran' a hamle ettim. Merdivenlerden inerken burnuma dolan ağır balık kokusu ile irkildim. Bir acele kapıyı açıp kendimi bahçeye attım. Bir iskemleye oturup, öfkeli beyaz köpüklü dalgaların kumsalla oynaşmasını seyrettim. Manzara büyüleyiciydi.
Bu restorana yıllar önce yine gelmiştim. Ama güzel havayla lezzetli balığı yan yana getiremiyordum. Balıklar havalar bozduğunda yağlanıyor, lezzetleniyordu. Ama yağmurlu, rüzgarlı havada terasın tadı olmuyordu. Havalar ısınıp, restoranın terasındaki manzara doyumsuz olunca da balığın tadı kaçıyordu.
Restorandan çıkıp hemen yanındaki Hamidi Evvel Camii'nin verandasına geçtim. Ve köyün en güzel manzarasının buradan göründüğünü fark ettim. Fenere baktım, uyuyordu. Onun gemilere göz kırpmasını göremedim.
Aslında Fener Köyü iki bölümden oluşuyordu. Ben deniz kıyısındaki bölümün sokaklarını arşınlıyordum. Aslında köyün daha büyük bölümü, Riva'ya giden yolun üstünde bulunuyordu. Sokaklar kimsesizdi. Evlerin bazıları onarılmıştı. Bazıları ise kaderlerine terk edilmiş, bir moloz yığınına dönüşmüştü. Rüzgarlı tepedeki evlerin pencerelerinde, bitmek bilmeyen bir Karadeniz manzarası vardı. Fırtınalı bir günde, beyaz tüllü bir pencereye konuk olup, öfkeden kudurmuş denizi seyretmeyi düşledim. Dalgalarla oynaşa oynaşa denizi aşıp gelen rüzgara fazla direnemedim. Soğuktan yaşaran gözlerimi silip, bir başka ağaçlık yoldan Beykoz'a doğru direksiyon kırdım.
Tıpkı geldiğim gibi, Boğaz kıyısından köy köy geriye döndüm.