Bu hafta sizleri uzak bir coğrafyaya, Afrika’da Eiyopya’ya götüreceğim.
Okuyacağınız konu Atlas Dergisi’nin Mayıs sayısında yer alıyor. Tek parça kayadan oluşmuş kiliseleri, dev dikilitaşları, efsaneleri ve Asya kökenli halkı ile Aksum dünyanın en ilginç coğrafyalarından biri. Siz bu satırları okurken ben yine yollarda olacağım. Yurt içi ve yurt dışı yoğun bir gezi programı beni bekliyor. Onun için bir süre ayrı kalacağız. Dönüşte gördüklerimi, yediklerimi, içtiklerimi her zaman olduğu gibi sizlerle paylaşacağım.
Eski uygarlıkların günümüzde adının sıkça anılması, ilgi çekmelerinin nedenleri bugüne taşınan eserlerinin bizi etkilemesine bağlı kuşkusuz. Doğal olarak bırakılan bir yapı ne kadar büyükse arkeoloji ile ilgisi olmayan birini o kadar etkiliyor. Mısır’ın bu konuda önde gittiğinden kuşku yok ancak, Aksum’un neden ilgi çektiğini de görmek kolay; gizemli dev dikilitaşlar, daha yakından bakınca da anıt mezarlar, Aksum paraları, ünlü Saba Melikesinin sarayının kalıntıları ve benzerleri.
Etiyopyalı tarihçiler Aksum’u İsa’nın doğumundan bin yıl geriye götürüp Saba Melikesi ile başlatmak eğilimindeler. Batılı tarihçilerse bu bin yılın kabaca Etiyopya Krallığı diye adlandırılan bir tür hazırlık dönemi olabileceğini, Aksum Krallığı’nın İsa’dan sonraki ilk 7 yüzyıl hüküm sürdüğünü düşünüyorlar.
Aksum 7 yüzyıl boyunca dönemin en güçlü krallıklarından birine dönüşerek, adı Pers, Çin ve Roma imparatorluklarıyla birlikte anılmış. Önemini ve gelişmesini yerine borçlu olduğu düşünülüyor; kuzeyde Mısır, batıda altını bol Sudan toprakları, kuzeydoğuda Adulis limanından Yemen’e, Çin’e, Hindistan’a varan bağlantıların kesişim noktası olmuş Aksum.
3. ile 6. yüzyıllar arasında Aksum’un `yükselme devrinde’ sınırlar kabaca Kızıldeniz’in öte yanında Arabistan yarımadasındaki topraklardan, Sudan’ın içlerine kadar genişlemiş. Teknik ve sanatta ulaşılan düzeyle bugün Aksum’u unutulmaz kılan iki alanda ürünler ortaya çıkmış; dikilitaşlar ve madeni paralar.
ÜNLÜ DİKİLİTAŞLAR
Aksum’a varınca ünlü dikilitaşları görmek için sabırsızlanıyor insan. Kasabanın ana yollarından birinin sonunda sırtını bir tepeye vermiş dikilitaş parkında irili ufaklı birçoğu görülebiliyor. Aksum’da dikilitaş tekniği geliştikçe üzeri işlenmemiş uzun kaya parçalarından çok katlı bir yapıyı andıran dev boyutlulara geçilmiş. Taşın tabanında önlü arkalı birer kapı yontulmuş, yukarı doğruda üst üste pencereler yapılmış. Bunlar yalnızca kapıyı ve pencereyi andıran `sahte’ oymalar, yoksa dikilitaşın içinde gerçekten kapı açılmıyor. Parkta ilk göze çarpan da 21 metrelik hala ayakta duran üzeri bu tip oymayla çalışılmış bir dikilitaş. Ancak bu taşın biraz ötesinde yerde yatan bir başka taş daha var. 33 metre boyundaki bu dev, dünya tarihinde üretilmiş en büyük dikilitaş olarak biliniyor, Mısır’ın ünlü dikilitaşları da bunun yanında minik kalıyor. Ağırlığı 520 ton. Yere düştüğü günkü gibi birkaç yerinden kırılmış yatıyor.
Dikilitaş Parkının altı kazıldığında iç içe geçmiş odalardan oluşan anıt mezarlarla karşılaşılması dikilitaşların aslında birer mezartaşı olduğunu gösteriyor. Dikilitaş Parkının Aksum Kraliyet üyelerinin gömülme alanı olduğu kesin. Kuşkusuz 33 metreye varan dikilitaşlar krallığın gücünü, otoritesini, ulaştığı teknolojik düzeyi, kim için dikildiyseler onun büyüklüğünü simgelemekle kalmamışlar, gerektiğinde böyle bir taşın üretilmesi ve taşınması için nasıl bir kol gücünü örgütleyebileceğini de dosta düşmana göstermişler.
SABA MELİKESİ
Aksum’un bir kaç kilometre dışında bir dikilitaş alanı daha var, bunlar çok büyük ve oymalı olmayan yalnızca uzun boylu taşlar. Buranın da asillerden sonra gelen bir alt sınıfın mezarlığı olduğu düşünülüyor. Hemen önünden geçen karayolunun öteki tarafında da ünlü Saba Melikesi’nin sarayının kalıntıları var. Saba Melikesi hem Etiyopya’da hem de Siyah Afrika’da mitolojik bir kişilik. Tarihçiler bu efsane bir yana Saba Melikesi’nin varlığına bile inanmıyorlar.
7. yüzyıl’da Aksum’un sonları yaklaşır. İslam’ın yayılması da etkilerini göstermeye başlar. Aksum’un Akdeniz’le bağlantısının kesilmesiyle para kullanımı azalınca basımı da iyice yavaşlar, sonra da bilinmeyen bir nedenle birdenbire durdurulur. Etiyopya Hıristiyanlığı kendi yolunu izler ve bir içe dönüklük, ayrıklık başlar.
Etiyopyalılara göre 10. yüzyılda Saray’dan kovulan Kraliçe Gudit bir ordu toplayıp Aksum’un sonunu getirir. Yine batılı tarihçiler Gudit diye bir kişiliğin varlığına inanmıyorlar ancak, krallığın sonunun bir saldırıyla geldiği kesin. Aksum’da daha fazla barınamayıp kalanlar başkenti güneye Roha kasabasına taşırlar. Burada yeni bir krallık yeniden doğmaya başlar: Lalibela.
Lalibela’yı görmek birçok kişinin Etiyopya’ya geliş nedeni, doğal olarak kimi klişeleri de bolca duyuyorsunuz, `dünyanın sekizinci harikası’ gibi. Bunların nedeni 11. yüzyılda genellikle Kral Lalibela döneminde yapıldığı düşünülen kayaya oyulu kiliseler. Yalnız Lalibela kiliselerinin farkı yer düzeyinden daha derine oyulması, gerçekten kiliseleri ilk gördüğünüzde çok şaşırtıcı. Düz, kocaman bir kaya kütlesi üzerinde yürüdüğünüzü düşünün, derken önünüze kayaya oyulmuş bir büyük çukur çıkıyor, çukurun ortasında bulunduğunuz düzeyle aynı bir çatı görüyorsunuz, kenara geldiğinizde ise çatının altında çukurun dibine kadar inen bir kaya kilise, yani kilise , çevresi, üzerinde bulunduğunuz kaya kütlesi her şey tek parça!
GÖRÜNMEZ GÜÇLER
Lalibela’da kayaya oyulu 11 kilise var. Kiliselerin biri dışında tümü birbirlerine yakın yapılmışlar, en etkileyici olan Bet Giorgis ise tek başına ötekilerden ayrı olarak duruyor. Çevrede efsane eksik değil, kiliselerin bir kaçının meleklerce yapıldığı veya gündüz insanların yaptıklarını gece meleklerin sürdürdüğü gibi. Anıtsal birçok eser ile ilgili benzeri doğaüstü yaklaşımlar vardır kuşkusuz ama insan dünyada görünmez güçlerin işe karıştığı bir yer seçmeye kalksa bana Lalibela en güçlü aday olurdu gibi geldi. Bir başka efsaneye göre de Lalibela Kudüs’ü ziyarete gider, oradaki kutsal yapılardan etkilenir ve kendi yurdunda bir ikinci Kudüs yaratmak ister.
Etiyopya’da uzak dağların kaya duvarlarına kiliseler, manastırlar oymanın Lalibela dışında da oldukça yaygın olduğunu hatırlatmakta yarar var, ancak bunlar Lalibela’daki özgünlüğe erişmeyen daha çok uzak noktalara yapılmış yapılar veya bizde de, örneğin Amasya’da rastlanan kral mezarlarına benzetilebilecek yerler.
O dönemle ilgili çok az bilgi var. Hem Aksum’un hem de Lalibela’nın bir çok kişi için bir keşif olması Etiyopya’nın o kaçamadığı içe kapanıklığıyla ilgili sanıyorum. Bir başka neden de Aksum’un yüzde 95’inin hala kazılmamış olması. Yine de Mısır piramitleri, İnkaların kayıp kentleri kadar nefes kesici Lalibela’nın kiliseleri, Aksum’un izleri. Bu o kadar da kötü değil belki de, ne Aksum’da ne de Lalibela’da tur otobüsleri yok, zaman makinasıyla bir kaç yüzyıl geriye gidiverip neredeyse dikilitaşların taşınmasını, kiliselerin oyulmasını izlemek var.
Asya’dan gelip Eritre ve Etiyopya’nın kuzeyine yerleşen topluluklar, kökleriyle bağlarını koparmadan yerli halkla kaynaşarak yaşadı. Sonrasında Aksum, Saba Melikesi ile başlayan ve günümüze kadar uzanan bir hanedanlığın krallığı oldu. Atlas gezgini Ali Murat Atay bu uzak coğrafyayı gidip gördü ve sizler için yazdı.
Aksum Krallığı’nın en çarpıcı kalıntıları dikilitaşlar. Otuz metre yüksekliğe ulaşan bu mezar taşları `Dikilitaş Parkı’ adı verilen alanlarda sergileniyor. Kimileri desensiz yüzeylere sahip, büyük boyutlu olanlarda ise kapı ve pencere motifleri bulunuyor.
MAYIS ATLASI’NDAN
Selden sonra Muş
Anadolu’nun çeşitli illeri Mart 2004 başında sel baskınına uğradı. Baskın Muş’ta felakete dönüştü. Yirmiden fazla köy, 11 binin üzerinde hane zarar gördü; 700’e yakın ev boşaltıldı ve 83 bin kişi mağdur oldu. Atlas Muş’un çamur deryasına dönüşen köylerine gitti, evleri ve ahırları sulara gömülen, çadırlara sığınmış çaresiz insanlarla konuştu. Bu inanılmaz öyküyü Atlas’ın Mayıs sayısında okuyabilirsiniz.
1915: Gerçeği Unutan Yıl
Çok büyük ve yaygın acıların yaşandığı bir yıldı 1915. Türk’ü, Ermeni’si, Kürt’ü, Rum’uyla tüm halkın kurban da verdiği, suç da işlediği korkunç bir hengameydi. O yıl Anadolu, tarihinin en karanlık günlerine tanık oldu. Ateş içindeki cephelerde zaferle bozgun iç içe girdi. Cephe gerisinde isyan ve tenkil, katliam ve mezalim, saldırı ve misilleme birbirini izledi. Köyler, kasabalar, şehirler tam bir kargaşaya sürüklendi. Orduların savaş dışı kalması, imparatorluğun parçalanması an meselesiydi. Ermeni örgüt ve partilerinin savaşta yurttaşı oldukları devletin değil de, Rusya’nın saflarında yer alması en derin kırılmaydı. Atlas, tehcir kararına uzanan süreci, tehcirde ve tehcirin ardından yaşananları, Anadolu’yu yıkıma sürükleyen o büyük sarsıntının günümüze uzanan dalgalarını araştırdı. Gerçeği unutan yılın, gerçeğini aradı.
İliada Destanı
Üç bin yıl önce Anadolu’da yazıldı. Ve üç bin yıl kusursuzluğun hükmünü sürdü. Yunanistan’dan gelen tunç zırhlı Akhalarla, atları iyi süren Troialılar arasındaki savaşı anlatıyordu. Öfkeler, acılar, hileler, sevgi ve umutlar onunla dillendi. Düşleri değil gerçekleri anlattığı artık kesinleşmiş bir destan İliada. Ölümsüz dizeleriyle savaşın anlamsızlığını gösteren bir destan İliada. Atlas bu ünlü destanın öyküsünü Mayıs sayısında anlatıyor.
İzmir’in Ağları
Yüzyıllar boyunca zekálarını kullanarak, kefalleri sazlardan yaptıkları ağlarla kandırıp yakaladılar. Elleriyle topladılar yumuşakçaları, kabukluları; kaynaklara zarar vermeden. Balıkların göç yollarını takip edip dalyanlar kurdular. Bugün gelişen balıkçılık yöntemleri bazı dengeleri değiştirse de, İzmir’in balıkçıları Ege’nin soğuk sularında kuşaklardır süregelen geleneksel yöntemlerle avlanmaya devam ediyorlar.
Dünyanın Geleceği
ABD Başkanı George Bush, 1 Mayıs 2003 günü Abraham Lincoln uçak gemisinde, Irak’taki savaşın resmen bittiğini açıkladığında gemideki askerler onu coşkuyla alkışladı. Iraklılar da gaddar bir diktatörden kurtuldukları için ferahlamışlardı. O günün üzerinden bir yıl geçti ama Iraklıların hayallerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Gündelik hayat sürdürülemeyecek kadar ağırlaştı. On binin üzerinde Iraklı öldü ve bunun 692’sinin dışında hiçbirinin adı bile bilinmiyor. Atlas Irak’taki direnişi izledi, yazdı ve görüntüledi.