Bir zamanlar bayramdı

Tıraşı, alışverişi, dikişi, bayram eğlenceleri, hamam sefaları hep eskilerde kaldı. Şimdiki bayramlar bayrama pek benzemiyor.

Fırsatını bulan çoluğu çocuğu toplayıp kaçıp gidiyor. El öpmeler, yakınlarla hasret gidermeler, bayram harçlıkları, bayram yemekleri özellikle büyük kentlerde unutulup gitti.

Bugün bayram. Cuma günkü ekte de yazmıştım; büyük kentlerde, özellikle İstanbul’da bayram kelimesi artık eski anlamını taşımıyor. İstanbul’da yaşayan çoğunluk için bayramın yeni anlamı: Kentten kaçmak, uzaklara gitmek, tatil yapmak oldu. Bir değişim!.. Çünkü eskiden bayram denince akla, ev ziyaretleri, el öpmeleri, bayram paraları, bahşişler, küçük hediyeler gelirdi. Şimdi bayram denince, sıcak ülkelerdeki deniz kıyıları, dağ tepeleri, lüks oteller geliyor. Bayramda kentten kaçmanın bence bir sakıncası yok. Ben zaten hep gitmekten yana oldum. Herkes kaçarsa bayramı kimler kutlayacak? Veya eski kutlamalar unutulup gidecek mi? Hem gitmekten hem geleneğin yaşamasından yanayım. İsteyen istediğini yapsın!..

Eski bayramları hatırlamakta ben bile zorlanıyorum. Değişim çağında yaşıyoruz, tabii ki bayram davranışlarında da bir takım değişiklikler olacak. Kutlamalar da modernleşecek... Ben bu hafta, eski bayramları merak edenlere bildiğim, öğrendiğim kadarını aydınlatmaya çalışacağım. Bugünü değiştirmek için dünü bilmek gerek.

İstanbul’da bayramın geçmişi Bizans’a dayanıyor. O dönemde pek çok bayram, imparatorun katılımıyla gerçekleştiriliyordu. Bayram törenlerinde at yarışları, tiyatro, taklit, güldürü gibi gösteriler yapılır, kentin yoksullarına manastır kapılarında yemek ve şarap dağıtılırdı.

Osmanlı döneminde de bayram günlerinde büyük törenler düzenlemek adeti devam etti. O dönemde düzenlenen bayram alayları dillere destandı. Bu alayların yüzlerce ayrıntısı vardı. Kimin nerede duracağı, kimin hangi sırada yürüyeceği, kimlerin alkışlayacağı, kimlerin atlı, kimlerin yaya katılacağı tüm ayrıntılarıyla teşrifat defterlerine yazılırdı.

DİKİŞ TELAŞI

Eskiden ramazanın on beşinden sonra evlerde yoğun bir dikiş telaşı başlardı. Bayramlık giysiler için kumaşlar alınıp dikilirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren hazır giyim tercih edilmeye başlandığı için, evlerde kaybolan ilk bayram telaşı dikiş oldu. Bayramlık alışveriş de dikiş kadar önemliydi. Bu alışverişlerin önemli bir kısmını, ziyarete gelecek konuklara ikram edilecek şekerler, el öpmeye gelecek çocuklara verilecek olan, ucuna gümüş paralar düğümlenip hediye olarak hazırlanan mendiller, davulcu, bekçi ve çöpçüler için üzeri çiçekli, şal örnekli mintanlar oluştururdu.
Bir zamanlar bayramdı


Bayramlarda temiz bir elbise giymek, İstanbullular için vazgeçilmez bir gelenekti. Bayramlarda giyilmek üzere özenle korunan elbiselere ‘adamlık’ adı verilirdi. Sanırım o günden bugüne pek değişmeyen adetlerin başında bu gelmekte. Zamanımızda da insanlar, bayramda temiz ve yeni elbise giymeye özen gösteriyorlar.

Arife geceleri hamamlar ve şekerci dükkanları sabaha kadar açık olurdu. Tahir Olgun adlı bir gazeteci, 1921 tarihli ‘Mahfil’ adlı dergide bu hamamları şöyle anlatmıştı:

‘O gece İstanbul’un hamamları sabaha kadar açık bulundurulur ve hepsi de tas tas üstüne denilecek derecede kalabalık olur. Çünkü bayramı temiz bedenle karşılamak adet olmuştu. Senede bir defa sıcak su yüzü gören ayak takımı, bayram münasebetiyle o gece kuralı bozup yıkanırlardı...’ Hamamlar belli saatlerde kadınlara ayrılırdı. Arife günleri kadınlara ayrılan saatler daha da uzardı. Çünkü kadınların hamam sefası bitmek bilmezdi. Göbek taşında yemekler yenir, erkek anaları kız beğenir, dedikodular kubbede yankılanıp dururdu. Erkekler ise daha çok gece hamama gitmeyi yeğlerlerdi.

BAYRAM TIRAŞI

Berberler de bayram öncesinin en çok çalışan esnafıydı. Bayrama tıraşlı girmek adetten olduğu için berberler sabahlara kadar çalışmak zorunda kalırlardı. Hatta varlıklı kişiler berberi eve getirtip, çoluk çocuk orada tıraş olurdu.

Bayramın yüzünü güldürdüğü bir başka esnaf grubu da sakalardı. Atlı veya eşekli sakalar her zamankinden daha çok su taşırlardı. Kaynaklara göre İstanbul’da 17. yüzyılda hayvanı olan saka sayısı 1.400’dü. Bunların merkezi Ayasofya semti idi. Bir de sırtlarında deri kırbalarla su taşıyan sakalar vardı.

Bayram sabahları evleri ilk olarak bekçiler ziyaret ederdi. Davulu daha çok mahalle bekçilerinin en genci çalar, yaşlı bekçiler de kapı kapı dolaşıp bahşiş toplarlardı. Bekçilerden birinin elinde bir sırık bulunur, o sırık evlerin penceresine uzanır, pencereden de sarığın ucuna basma, mendil ya da değişik hediyeler bağlanırdı. Bekçileri tulumbacılar takip ederdi. Tulumbacıların kendi mahallelerindeki evleri, bayram sabahları dolaşıp bahşiş toplamaları İstanbul’a has bir adetti. Tulumbacılar kapıları klarnet, darbuka gibi çalgılarla dolaşır, bahşişler fenerin ya da borunun içinde toplanırdı.

Tulumbacıları çöpçüler izler, onlardan sonra sıra mahallenin çocuklarına gelirdi. Onlara da el öptürüp ya bir mendil ya da bir kaç kuruş bahşiş verilirdi.

Anlayacağınız, bayram sabahları sokaklar böylesine eğlenceli ve renkli olurdu. Şimdilerde de postacılar, çöpçüler, ramazan davulcuları, kapıcı çocukları mahalle aralarında dolaşsa da, bahşiş için açılan kapı sayısı giderek azaldı. Çünkü o kapıların sahipleri, ya şehir dışına çıkmış oluyor ya da zil sesine kulağını tıkayıp, davetsiz misafirin gitmesini bekliyor.

BAYRAM YERLERİ

Neyse biz tekrar geçmiş bayramlara dönelim. O zamanlar her mahallenin uygun bir yerindeki boş bir arsada -şimdi hiç boş arsa yok- bir bayram yeri vardı. Buralarda dönme dolaplardan ve salıncaklardan başka atlıkarıncalar, cambazlar, hokkabazlar, ip cambazları bulunurdu. Bayram yerlerinin dışı da birçok satıcıyla dolardı. Kuruyemişçiler, horoz şekeri, macun, turşu, simit, börek satanların önünde kuyruklar oluşurdu.

Ben böyle bir bayram yerini hayal meyal hatırlıyorum. O zaman çevrenin en büyük bayram yeri Ihlamur’da kurulurdu. Biz de, bir acele el öpme işini bitirip, aldığımız bayram harçlıklarıyla bir koşu soluğu Ihlamur’da alırdık. Orada yaşadığım güzel anları hiç unutamıyorum.

Sonradan bu bayram yerleri, yerlerini modern lunaparklara bıraktı. Sanırım bugünün çocukları, bayramın tadını bizden daha iyi çıkarıyorlar.

İstanbul Ansiklopedisi, kentin meşhur bayram yerlerini şöyle sıralamış: ‘Suriçinde Karaman Çarşısı boyu, Vefa Meydanı, Şehremini, Hastane Çayırı, Edirnekapı, Unkapanı Meydanı, Yenibahçe, Sultanselim Meydanı, Aksaray, Yenikapı, Yedikule, Kadırga, Cinci Meydanı, Şehzade ve Sultanahmet camilerinin dış avluları, Sultanahmet Meydanı, Tophane sahası, Çukurcuma, Sormagir, Koçbaş Meydanı, Kasımpaşa Kulaksız ve Tabakhane meydanları, Baruthane Çayırı, Çürüklük, Firuz Ağa, Beşiktaş Ihlamur, Maçka, Üsküdar Doğancılar, Şemsipaşa, Bülbül Deresi, Nuhkuyusu, Duvardibi, Haydarpaşa, Kuşdili.’

SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI

Geçmiş bayramlarla ilgili bilgi toplamak için baktığım kaynaklarda en çok ilgimi, bayramlarda kadınlara konan sokağa çıkma yasağı çekti. Reşat Ekrem Koçu, hınzır ve ilginç maddelerle dolu olan ‘İstanbul Ansiklopedisi’nde, bu konuya da bir madde ayırmış ve şunları yazmıştı:

‘Bayramlarda karşılıklı tebrikler münasebeti ile erkeklerin sokağa dökülmesi ve bilhassa bekar odalarında oturan bekar uşağı Şehbaz yiğitlerin el öpmek, para, çamaşır, mintan gibi bayram hediyesi almak için ağa kapılarına gitmek bahanesi ile mahalle aralarına girmeleri yüzünden, kadınların bayram günlerinde sokağa çıkmaları hoş görülmemiş ve zaman zaman kadınların bayram günlerinde sokağa çıkmaları yasak edilmişti. Mart 1766 Ramazanı sonunda, Sultan Üçüncü Mustafa tarafından İstanbul Kadısı’na yazılı fermanda yasağın gerekçeleri şöyle anlatılır: ‘İstanbul Kadısı faziletlu efendi; Bayram günlerinde kadınların sokaklarda, pazarda ve mahalle aralarında dolaşmaları ferman ile yasak olduğundan, mahalle imamlarını şeriat meclisine çağırıp, önümüzdeki Ramazan Bayramı’nın ilk gününden, bayramın sonuna kadar, kadınların sokaklara ve pazarlara çıkmayıp ve mahalle aralarında gezmeyip evlerinde oturmaları hususunu tembih ederiz. Eğer bayram esnasında fermana aykırı hareket edip, sokak ve mahalleler arasında dolaşanlar olursa, muhakkak hadlerinin bildirileceğini, imamlar mahalle ahalisine tehdit yolu ile ifade etsinler...’

Şu satırları yazarken düşünüyorum da, modern dönemin İstanbul kadınları, böyle bir yasağın şimdi de konmasını, her türlü zorunlu ziyaret baskısından uzakta, bacaklarını uzatıp, bayram sonuna kadar evlerinin dört duvarı arasında tembellik haklarını kullanmayı ne kadar arzuluyordur kim bilir!..

Geçmiş bayramların bir özeti böyle. Bugünün mü, dünün mü bayramlarının daha güzel olduğuna siz karar verin...

Unutma beni dolması

Eskiden bayramın gelmesini sabırsızlıkla bekleyenlerin başında bir de meyhaneciler geliyordu. Çünkü cumhuriyetin ilanından önce, İstanbul’daki bütün meyhaneler arife günü akşamı kapatılır, bayramın birinci günü akşamı açılırdı. Onun için Şeker Bayramı, hem akşamcılar hem de meyhaneciler için ‘katmerli’ bir bayram olurdu. Büyük gedikli meyhanelerin sahipleri, bayram sabahı devamlı müşterilerinin evlerine, mevsimine göre son derece titizlikle hazırlanmış bir koca tabak dolusu midye veya uskumru dolması gönderirlerdi. Bu dolmaya ‘unutma beni dolması’ denirdi. Reşat Ekrem Koçu, bu servisi kendine has üslubuyla şöyle anlatır: ‘Üzerleri tertemiz dülbentlerle örtülmüş dolma tabaklarını, yine başından ayağına tertemiz giydirilmiş ve her biri cennet kaçkını denilecek kadar güzel çırak oğlanlar, muğbeçeler, ateş oğlanları, sakız mahbubları getirirlerdi...’
Yazarın Tüm Yazıları