New York’ta sonbahar

Dünyanın en ünlü aşçılarının yemeklerini yiyip, yatak olan koltuklarda uyuyarak bir kez daha New York’a gittim. Güneşin giremediği sokaklarda üşüyerek dolaşıp, kentin bitmek bilmeyen enerjisine, karmaşasına, hareketine kendimi bir kez daha kaptırdım.

Alman Hava Yolları Lufthansa’nın, yatak olabilen yeni koltuklarını tanıtmak için önerdiği iki günlük New York gezisi sayesinde bir taşla iki kuş birden vuracaktım. Hem konforlu bir uzun yolculuk yapacak hem de New York’ta okuyan kızımla hasret giderme fırsatını bulacaktım. Aslında kısa süreli Atlantik ötesi gezileri pek sevmem. Vücut saatinizi tam oraya uydurmaya başladığınızda dönüş yolculuğu başlar, bu kez buraya alışmak için gayret sarf edersiniz. Bu uğraş insanı epey yorar. Ne gördüğünüzden ne yediğinizden, içtiğinizden bir şey anlarsınız. Onun için ben gezimi bir hafta uzattım. İki günü işe, geri kalanını kızıma ayırdım.

Hazırlanmaya sırt çantamdaki marifetli bıçağı, her derde deva penseyi, mini tornavida takımını dışarı çıkarmakla başladım. Bir keresinde o çok işlevli bıçaklardan birini çantamın dibinde unutmuştum. Birçok aramada fark edilmemiş, ben koca bir bıçakla uçmuştum. Bir aktarma sırasında çantamı karıştırırken bıçağı bulunca nasıl telaşlandığımı şimdi bile hatırlıyorum. Ensemden aşağı soğuk terler dökmüştüm. Bıçağı bir acele çıkartıp, masaları silen komi çocuğa hediye etmiştim.

Fotoğraf makinem ve objektiflerimden arda kalan boşluklara not defterimi, yedek gözlüğümü, pasaport ve biletimin bulunduğu küçük çantayı ve üç kitabı sığdırdım: New York Seyahati- Enis Batur, Amerika- Jean Baudrillard, Yolcu Defteri- Falih Rıfkı Atay.

Kızımın sıkı tembihlerine uyarak -nedenini sonradan anladım- giysilerimi de en küçük bavula sığdırmak zorunda kalmıştım. Yolculuğun ilk ayağını (İstanbul-Frankfurt) yapacağımız uçak öylesine erken kalkıyordu ki, insan uyumaya fırsat bulamıyordu. Bu tür uçuşlara Amerikalılar ‘Red Eyes’ uçuş derler. Çünkü gözler bir iki saatlik uyku yüzünden kıpkırmızıdır. Ben de kırmızı gözlerim, henüz uyanmamış bedenimle havaalanına gidip, bir hayalet gibi tüm işlemlerden geçtim ve uçaktaki yerimi aldım. Geniş koltuğa kurulup, kitabımı açtım ve birinci satırı bile okuyamadan uykuya daldım. Hostesin nazik dürtüklemesiyle gözlerimi açtığımda, Frankfurt kenti gri bulutların arasından görünmeye başlamıştı bile.

BİR İŞYERİ GİBİ

Bizi -ben ve Lufthansa ekibi- New York’a götürecek olan uçağın ‘Business Class’ındaki meşhur yatak-koltuklara oturduğumda uykumu tamamen almıştım. Çantamdan kitaplarımı çıkartıp koltuğa yerleştim. Her zaman yaptığım gibi koltuğun orasını burasını kurcalamaya, çevredeki düğmelere basmaya başladım. Niyetim uçak kalkıncaya kadar koltuğun tüm yeteneklerini keşfetmekti. Daha önce edindiğim bilgilere göre, yakın bir gelecekte tüm uzun mesafeli uçuşlara konacak bu koltuklar için şirket 350 milyon dolarlık bir yatırım yapmıştı.

Koltuk yatınca iki metre boyunda bir yatağa dönüşüyordu. Aradaki paravanı kaldırdığınızda, yanınızdaki ile ilişkiniz kesiliyordu. Ayrıca yaslanılan bölüme bir de masaj aleti konmuştu. Bu alet isterseniz yolculuk boyunca sırt adalelerinizi ovuşturup duruyordu. Bir elimde şampanya kadehi diğer elimde uzaktan kumanda, düğmelere basa basa koltuğun tüm marifetlerini öğrenip rahatladım.

Çevremdekileri gözlemlemeye başlayınca, kendimi uçakta değil de ciddi bir işyerinin toplantı salonunda sandım. Benden başka herkes kravatlı ve takım elbiseliydi. Ceketler çıkartılmış, beyaz gömleklerin kolları sıvanmış, kravatlar gevşetilmişti. Bazıları dosyalarını açmış, birtakım raporlar okuyor, bazıları dizüstü bilgisayarlarına bir şeyler yazıyordu. Bazıları ise daha şimdiden koltuklarını yatağa çevirmiş, gözlerine uyku maskelerini takıp uykuya geçmişlerdi. Etrafa böylesine ciddi, sıkıcı bir hava hakimdi. Ne bir güleryüz, ne bir dalga geçme, ne bir ciddiyetsizlik... Business Class, adına layık asık suratlı bir işyerine dönüp çıkmıştı. Kulağıma kulaklıkları geçirip müzik kanalları arasında gezinerek bu sıkıcı ortamdan uzaklaştım. Daha sonra özel ekranımı açıp kanallarda film aradım.

DÜNYACA ÜNLÜ ŞEFLER

Hostesin dağıttığı mönüyü incelerken, okuduğum bir not beni şaşırttı. Notta şunlar yazıyordu: ‘Mönüyü Paul Bocusse, Thomas Keller ve Nadia Santini oluşturmuştur...’ Şaşırmamın nedeni bu şeflerdi. Thomas Keller, klasik mutfakla modern mutfağı ustaca harmanlayabilen Amerika’nın en ünlü şeflerinden biriydi. Kaliforniya’da Los Angeles yakınlarında, Yountville adlı küçük bir kasabadaki French Laundry adlı 3 Michelin yıldızlı restoranında yer bulabilmek için aylar öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. İtalyan mutfağının ünlü şeflerinden olan Nadia Santini de, Po Ovası manzaralı restoranı Dal Pascotere’de, Avrupa’nın lezzet avcılarına mönü hazırlıyordu. Paul Bocuse ise Fransız mutfağının tartışmasız en büyüklerinden biriydi. Lyon yakınlarındaki kendi adını taşıyan restoranda yediklerimin tadı hálá damağımdan silinmemişti. Uçakta servis edilecek şarapları ise yine dünyaca ünlü şarap uzmanı Marcus del Monego seçmişti.

Bütün bu isimleri yan yana görünce, yolculuk boyunca bol bol yemeye ve içmeye, az miktarda da uyumaya karar verdim. Ve öyle de yaptım!.. Göz kapaklarım iyiden iyiye ağırlaşınca, düğmelere basıp koltuğumu yatak haline getirdim. Battaniyeye sarılıp, bedenimi yıldızlı rüyalara teslim ettim.

Bu seferimde New York’a bir solukta girebildim. Önümde ne uzun kuyruklar vardı, ne de pasaport görevlisi ahret soruları sordu. Her şey şipşak bitiverdi... Kapının önüne çıktığımda birden dumanaltı oldum. Nikotin tutkunları, havaalanının dışına adımlarını atar atmaz bir acele sigarayı yakıyor, derin birkaç soluktan sonra kendilerine gelebiliyorlardı.

OMUZ OMUZA BİR MEYDAN

Otelim tam Time Meydanı’nın ortasındaydı. Işıklı panoların dört bir yana reklam fırlattığı, ünlü Broadway gösterilerinin yapıldığı meydandaki bir gökdelendeydi. Önce uygun bir asansör bulabilmek için koşuşturup durdum. Sekizinci kattaki resepsiyondan anahtarımı alıp, 45’inci kattaki odama vardığımda kan ter içinde kalmıştım.

Sokağa çıktığımda hava kararmaya başlamış, meydan ışık seliyle kaplanmıştı. Binlerce ampul yanıp sönüyor, şekiller, yazılar binaların duvarlarında rengarenk akıp gidiyordu. Time Meydanı her zamanki gibi omuz omuzaydı. Burada her türden insanı görmek mümkündü; deliler, kendini akıllı sananlar, çöpçüler, evsizler, turistler, bilet kuyruğunda bekleşenler, karaborsacılar, polisler... Her renkten, her ırktan binlerce kişi... Kalabalığı gören bir bara oturup gelip geçeni seyretmeye koyuldum.

Bu ünlü meydan, 19. yüzyılın sonlarında tam bir bataklıktı. Hırsızların, yankesicilerin en gözde mekanı idi. At tüccarları, nalbantlar, seyisler buranın en bilinen simalarıydı. Bu yüzden koca meydan bir ahır gibi kokardı. Meydan 1900’lerin başında tiyatro ve eğlence merkezi oldu. Şık bayanlar, zengin beyler buranın yeni sakinleri oldu. 1930 ekonomi bunalımından sonra tiyatrolar perdelerini indirdi, şık bayanların yerini orospular, zengin beylerin yerini de kadın satıcıları aldı.

Time Meydanı şimdi New York’un yüreği oldu. Bu meydanda olduğu kadar başka hiçbir yerde hiçbir şey daha yoğun, daha etkileyici, daha hareketli değildi. 24 saat öylesine bir koşuşturma vardı ki, Fransız düşünür Baudrillard şaşkınlığını şöyle dile getirmişti: ‘Bir gün önce o kadar çok enerji harcanıyor ki, ertesi gün yaşamın yeniden başlaması bir mucize...’

İki gün bu kalabalık selinin arasında sürüklenip durdum. Arkadaşları yolcu ettikten sonra, küçük bavulumu kapıp, soluğu kızımın Soho’daki evinde aldım.

Haftaya bir başka New York, lezzetli lokantalar, ilginç alışveriş mekanları.

Falih Rıfkı Atay’dan 1945’in New York’u

n Buradaki lokantalarda yemekler az, hafif ve pahalı. Şöyle böyle doyabilmek için İstanbul’un en fiyatlı lokantalarından daha fazla harcamak lazım.

n Broadway’i kibar bir cadde sanırdım. Meğer New York’un Galata ve Beyoğlu’su imiş.

n Penceremden halkın gidiş gelişine bakıyorum: Hepsinde bizim, kalkmasına bir dakika kala vapura yetişme yürüyüşümüzün temposu var.

n New York’taki ‘Bulut Delenler’in bugünkü hallerini alabilmeleri için üç Avrupa icadı lazım geldi: Portland çimentosu, İngilizlerin Bessemer çeliği ve Alman metodu.

n New York bir şehir değil.. Gündüzleri Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını barındıran bir karışık alem.

n Otelde odama gelen gazeteye bir göz attım. 22 sayfalık asıl gazete, 10 sayfalık hafta haberleri, 12 sayfalık sanat ve edebiyat, 32 sayfalık resimli bir dergi, 10 sayfalık mizah ilavesi var. Hepsi 56 sayfa.

n New York’ta kadın dağdaki erkek kadar hür, haremdeki hanım kadar nazlı, çocuk kadar fantazyalı.
Yazarın Tüm Yazıları