SABAH Grubu, bu köşede 23.07.2014 tarihinde yayımlanan “Besleme basın böyle yaratıldı” başlıklı yazı için tekzip başvurusunda bulunmuş, mahkeme de bu yönde karar vermişti. Bu karara avukatlarımızın yaptığı itiraz bir sonraki sıralı mahkeme tarafından kabul edilmemiştir. Bu nedenle aşağıdaki metni yayınlamak zorundayız. Ancak bu metinle ilgili bir konuda okurlarımızı bilgilendirmemiz gerekiyor. 2004 yılında kabul edilen 5187 sayılı Basın Kanunu uyarınca tekzip kararlarına itirazı inceleyen hâkimin tek bir yetkisi bulunuyor. Buna göre, ya tekzip metninin yayımlanması kararını uygun bulur ya da “Tekzip yayınlanmasına gerek yoktur” şeklinde bir hüküm verir. Avukatlarımız tekzibin yayınlanması kararına itiraz ederken, cevap ve düzeltme metninde Hürriyet Gazetesi’ne ve bütün çalışanlarına hakaret ve iftiralar yöneltildiği, dolayısıyla kanunun düzenlediği “tekzibin yayınlanması şartlarına haiz olmadığı”, bu nedenle tekzip kararının kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Mahkeme de tekzip metnindeki bazı ifadelerin “hakaretamiz” olduğu yolundaki itirazımızı dikkate alarak, metnin bu ifadelerin çıkarılması suretiyle yayımlanabileceğine karar vermiştir. Hâkim, bu çerçevede metindeki bazı ifadeleri çıkarmıştır. Bunun sonucu ortaya, ilişikte okuyacağınız metin çıkmıştır. Hâkimin verdiği bu karar kesin olup, itiraz hakkımız yoktur. Okurlarımıza saygı ile duyuruyoruz.
Hâkimden gelen tekzip kararı
Gerçek dışı haberinize cevabımızdır
Hürriyet Gazetesi’nde, 23.07.2014 tarihinde yayınlanan, Mehmet Yakup Yılmaz tarafından kaleme alınan, “Besleme Basın Böyle Yaratıldı” başlıklı köşe yazısında, müvekkillerin sahibi oldukları ATV-SABAH Grubu’nun ‘havuz’ ifadesi çerçevesinde usulsüz işlemlerle özdeşleştirilmesi, Müvekkil Şirketlerin (...) ve marka değerlerinin bu yolla (...) değişik dönemlerde rastladığımız ve defalarca kınadığımız, (...)
“Eskimez Türkçe” dediği lisan, Arapça ve Farsçanın karışımı, arada elbette Türkçe kelimeler de var. Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış halini kullanıyor.
Öğrenilmesinde nasıl bir sakınca olabilir?
Neden bir sakınca olsun ki? Cumhuriyet öncesi tarih ile ilgilenenlerin mutlaka öğrenmesi gereken bir dil elbette.Ama 21. yüzyılın ilk on yılını da geride bıraktığımız bir dönemde, herkesin öğrenmesi gereken bir dil midir?
Yaşamayan, neredeyse ölmüş bir dil bu.Ve çocuklara doğru dürüst Türkçe bile öğretemeyen bir eğitim sistemi, bunun üzerine bir de Osmanlıca öğretecek!
Her otokratın böyle fantezileri vardır, bizimkinin fantezisi de bu olsa gerek.
“Mezar taşlarının okunmasını mı öğreneceğiz diyorlar. O mezar taşlarında bir tarih yatıyor. Bunu bilmemekten büyük acz olabilir mi” diyor.Birincisi “Mezar taşlarını okuyamıyoruz” diyenler, Osmanlıcanın zorunlu ders olmasını savunanlar, buna karşı çıkanlar değil.
İkincisi mezar taşlarında ne yazıldığı belli: Ruhuna fatiha!
Bakan Nabi Avcı, Şûra’da “el ve gönül birliği içinde eğitim sisteminin bundan sonraki rotasını belirleyecek, gelecekte alınacak kararlara ışık tutacak çok önemli tavsiye kararlarının alındığını” söylüyor.
Belli ki bu 179 tavsiye, zaman içinde, kamuoyundaki tepkileri ve ortamın şartlarını kollayarak adım adım hayata geçirilecek.Geçen gün de yazmıştım, tekrarlayayım, bu kararların hiçbiri Türkiye’nin PİSA testlerindeki durumunu değiştirmeyecek.
Bu test OECD ülkeleri öğrencilerinin matematik, fen ve okuma düzeylerini ölçüyor ve Türkiye bu listede 64 ülke içinde 42. sırada.Şûra’ya ve Milli Eğitim Bakanlığı’na hâkim olan zihniyeti de dikkate alırsak, sıralamada daha gerilere gidebilmek de mümkün görünüyor.
Şûra’ya ve kararlarına egemen olan zihniyet, esasen bir İslami toplum yaratma peşinde.Tek dertleri bu, eğitimin modernleşmesi, Türkiye’nin bir bilim ve teknoloji devrimi yapabilecek eğitim düzeyine gelebilmesi umurlarında bile değil.
Biliyorlar ki eğitim sistemi, modernleşirse, bunların din diye topluma yutturmaya çalıştıkları hurafeler silsilesine kimse inanmayacak.“Aklı ve vicdanı hür” kuşaklar değil, “kinine sahip kuşaklar” yetiştirmek peşindeler ve bunu da ideolojilerine uygun olarak zorla yapmaya çalışacaklar.
Türkiye’nin bunca yıldan sonra hayallerindeki gibi bir şeriat devletine dönüşmesi elbette zor!
Belki Suudi Arabistan gibi, İran gibi bir şeriat devleti hayal ediyorlar ama bunu yapamayacaklarını da biliyorlar.
Bütün masallar da zaten âşıkların birbirlerine kavuşmasıyla biter.
Sonrasını bilemeyiz. Uyuyan güzel ile prens evlendikten sonra kaç çocukları oldu, onlar iyi okuyabildiler mi, dürüst insanlar olabildiler mi, prens uyuyan güzele sadık kalabildi mi, uyuyan güzelin gönlü bir başkasına kaydı mı?
Bunları bilemeyiz, çünkü “masal” orada biter!
Eğer böyle öykülerin devamını biliyorsak, şunu da biliriz: İşler ters gitmiş, kadın ya da erkek bir başka hayata doğru yol almış, geride gözü yaşlı bir insan kalmış.
Şimdi iddialı bir söz söyleyeceğim, tarihe de böyle geçsin: Eğer terk edip gidenler olmasaydı, şimdi içimiz titreyerek okuduğumuz romanların çoğu da olmazdı, başımızı dertli dertli sallayıp söylediğimiz şarkılar da!Normal olarak terk edip gidenlere kızmamız gerekir.
Nereye gidiyorsun? Seni seven birini ardında bırakıp yeni bir hayat kurduğunda onun eksikliğini giderebileceğini mi zannediyorsun?
Ama giderler. Biz soramayız, sorsak da zaten bizi ikna edecek bir yanıt verebilmekten uzak olurlar.
Rapor, Anayasa Mahkemesi’nin önümüzdeki günlerde karara bağlayacağı, seçim barajının bir hak ihlali olup olmadığı ile ilgili dava hakkında yazılmış.
Kimin yazdığını bilmiyoruz tabii. Havuz medyasında zaman zaman böyle haberler yayınlanıyor. Bunu devletin kurumlarından biri mi yazmış, yoksa masa başında oturulup uydurulmuş mu, ayırt edebilmek kolay değil.
Bu rapora göre, seçim barajı ile ilgili tartışma bir “üst akıl” ürünü!Anayasa Mahkemesi’nin bu konuyu görüşmesi “bir siyaset mühendisliği hamlesi”!Amaç da seçimlerden önce kaos yaratarak, AKP’nin Anayasa’yı değiştirip başkanlık sistemini getirecek bir çoğunluğa ulaşmasını engellemek olarak tanımlanıyor.
Amerika’yı Müslümanların keşfettiğine inananların, böyle bir komplo teorisine inanmalarından daha doğal bir şey olamaz zaten.Eminim ki buna da inanmışlardır!
Bu “üst akıl” kim acaba diye merak ediyorum aslında.
Amerika mı, Avrupa Birliği mi, Fethullah Gülen mi, Rusya mı, İran mı, Suudi Arabistan mı?
Belirsiz bir kimlik!
Peşinen yargıçları suçladı ve şöyle dedi:
“Üniversiteyi bitirdiği halde kendisini 2014 yılında değil de 27 Mayıs 1960 tarihinde gibi görenler varsa oradaki eğitimde ciddi sorun vardır. Bunu görmemiz lazım. Türkiye’nin kitap yüklenmiş, kuru bilgi yüklenmiş, dogmatik zihinlere değil, özgür ve özgürlükçü, demokrasiyi ve milli iradeyi içselleştirmiş, özümsemiş bireylerce böyle yöneticilere, böyle yargıç ve yüksek yargıçlara ihtiyaç var.”
Ardından da Peyami Safa’ya atıfta bulundu:
“Bizim kitap yüklü merkeplere değil, kitabın içindekini sindiren insanlara ihtiyacımız var!”Bugüne kadar kimse yüksek yargıçlar için böyle bir benzetme yapmamıştı: Kitap yüklü merkepler!
“Seviye” meselesine hiç girmeyeceğim, artık bundan sıkıldım çünkü.
Ancak bu konuşmada ilginç bir durum da ortaya çıkıyor.
Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin, bir askeri darbe ürünü olduğunu zannediyor!
Mahkemenin nasıl bir karar vereceğini elbette henüz bilemiyoruz ama sanki karar verilmiş, mahkeme seçim barajını “hak ihlali” olarak yorumlamış gibi tartışıyoruz.
Çok değil, bu hafta bitmeden herkesin bir Anayasa hukuku uzmanı kesileceğini, daha önce aklımıza bile gelmeyen hukuki meseleleri tartıştığımızı da göreceğiz.
Boş tartışmalarla vakit geçireceğiz, çünkü normal bir demokraside uygulanması hayal bile edilemeyecek yüzde 10’luk seçim barajını bugüne kadar indirmeyi ya da kaldırmayı başaramadık.İktidar partisi sözcülerinin ağzından milli irade ve demokrasi sözcükleri maşallah hiç eksik olmuyor ama milli iradenin TBMM’ye gerçeğe en yakın şekilde yansıması için kıllarını bile kıpırdatmadılar.
12 Eylül askeri rejiminin mirasının üzerine oturdular, ondan yararlanarak iktidarlarını sürdürmek istiyorlar ve mümkünse önümüzdeki seçimden sonra da parlamenter sistemi, başkanlık sistemine dönüştürmek için bekliyorlar.
Anayasa Mahkemesi, baraj uygulamasının bir hak ihlali olduğuna karar verirse, iktidar partisinin “milli irade” konusundaki samimiyetini bir kez daha test etme fırsatı bulacağız.Anayasa Mahkemesi, eğer hak ihlali kararını verirse, bu kararın önümüzdeki seçimde uygulanabilmesini sağlamak TBMM’nin işi olacaktır.
AKP çoğunluğunun bu durumda nasıl davranacağını göreceğiz.
“İstikrar” diye başlayacaklar, mahkemenin “paralel yapının emrinde” olduğunu da söyleyeceklerdir.
Bayraktar, istifa ederken söylediği, “Ne yaptıysak Başbakan’ın bilgisi dahilinde yaptık” sözlerini şöyle açıklıyor:
“Bu bir çeşit sitemdir, alınganlıktır, diğerleriyle aynı çuvala konulmama bir tepkidir!”17 ve 25 Aralık soruşturması sırasında elde edilen telefon konuşmaları ile ilgili çözümlemeleri okurken aynı şeyi düşünmüştüm.
Bayraktar’ın birçok talebi geçiştirmeye çalıştığı, zamanın Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatına göre hareket ettiği bu kayıtlardan kolayca anlaşılıyordu.
Diğer üç bakan ile ilgili telefon konuşmaları ve o konuşmalara bağlı olarak elde edilen diğer deliller ile Bayraktar hakkındaki iddialar arasında bir paralellik kurmak gerçekten Bayraktar’a karşı yapılmış bir haksızlık olmalı diye düşünmüştüm.
Benim ne düşündüğüm elbette çok da önemli değil, sonuç olarak ne savcıyım ne yargıcım ne de Bayraktar’ın avukatı.
Ama Bayraktar’ın Deniz Zeyrek’e söylediği bu sözün altını çizmek istiyorum:
“Diğerleriyle aynı çuvala konmak!”Bayraktar da hepimiz gibi o kayıtları dinledi, okudu, çevresiyle konuştu ve bir karara vardı: Benim bu adamlarla aynı soruşturmanın içinde olmam, onlarla birlikte istifaya zorlanmam haksızlık!