İzlemeyenler için kısaca anlatayım önce.
Bu şöhretli kişiler, İstanbul’un tanınmış ve kalabalık mekânlarında geziyorlar, yiyorlar, içiyorlar.
Magazin muhabirleri içinde en zor koşullarda çalışan “gececi” arkadaşlarımızın işi de herkesin gezip dolaştığı bu yerlerde tanınmış insan “avlamak”!
“Avlamak” deyimi biraz kaba kaçıyor farkındayım ama yapılan işe kısaca bu ismi verebiliriz.
Kimse vurulmuyor ama sonuç olarak fotoğraf makinesinin deklanşörüne basılıyor ki buna İngilizce “vurmak” anlamına da gelen “shooting” deniliyor.
Film oyuncuları, tiyatrocular, ne iş yaptıklarını çoğu zaman bilmediğimiz magazin şöhretleri karşılarında “avcıları” görünce değişik bir ruh durumuna giriyorlar.
En yaygın olanı, birlikte olduğu kadının ya da erkeğin yanından hızla uzaklaşmak, başka bir araçla oradan toz olmak.Daha kaşarlanmış olanlar gazetecilere bağırıp çağırmayı, tehdit etmeyi filan tercih ediyorlar.
Binlerce kelime ve kavram unutturuldu. Şu anda Türkçenin mevcut kelime haznesi ile felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelimelere başvuracaksınız” dedi.
Erdoğan’ın bu tür konuşmalarını doğrusunu isterseniz ciddiye almak yanlısı değilim.
Ama ne de olsa Cumhurbaşkanı seçildi, makama saygımızı muhafaza için bu sözlerini de ciddiye almalıyız.
Kim bilir, belki de okullardan felsefe dersini kaldırdıktan sonra, Osmanlıca dersi koymak istemesinin ardında da “Türkçe felsefe mi olur” düşüncesi yatıyordur.
Kendisi henüz milletvekili seçilmeden önce, 16 Ekim 2002 tarihinde, Amasya nutkunda şöyle demişti:
“Ben argo margo konuşmuyorum. Ben milletimin dilini konuşuyorum.”Şimdi “milletin dilini” neden hafife alıyor, anlayamadım doğrusu.
Öte yandan “şerefsiz, cibiliyetsiz, lan terbiyesiz” gibi soyut kavramları kullanma hâkimiyetinden de söz edebiliriz tabii.
“Hırsızlık oğuldan babaya değil, babadan oğula geçer. – 1994, R. T. Erdoğan”Pankartın üzerinde ayrıca MHP’nin üç hilalli amblemi de bulunuyor.
Pankartın asılmasından bir süre sonra polis, ilçe merkezine gelmiş ve partililerden pankartın kaldırılmasını istemiş.
Pankart indirilmeyince de bir itfaiye aracı çağırılmış ve iki polis bu aracın merdivenlerine çıkarak pankartın iplerini kesip indirmiş.
Polisin açıklamasına göre savcının “sözlü talimatı” varmış, polis bunu yerine getirmiş.
Benzeri bir olay CHP Gümüşhane İl Binası’nda da yaşanmış.
Partinin il binasına asılan yolsuzluklar haftası ile ilgili pankart, Sulh Ceza Hâkimliği’nin kararıyla indirilmiş.
Gerekçe ise rüşvet ve yolsuzlukla suçlanan bakanların, bu pankart nedeniyle zan altında kalacak olmalarıymış.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Bizim Mısır ile süratle ilişkilerimizi sağlıklı bir zeminde götürmemiz gerekir. Bunun için adım atması gereken belki Mısır olacaktır ilk başta ama bunu temin etmeliyiz” diyor ama bu konuda önce Cumhurbaşkanı’nı ikna etmeleri gerekecek.
Kendisi aynı masaya oturmamak için Obama’nın yemeğine bile gitmedi, oradan nasıl geri dönecek, gerçekten merak ediyorum.
Katar Şeyhi’nin de Sisi ile barışmasından sonra şimdi merak edilen konu, bizimkilerin meydanlarda, toplantılarda “Eyyy Katar şeyhi, sen nasıl darbeciyle barışırsın” diye bağırıp bağırmayacakları.
Bana öyle geliyor ki böyle bir seslenişi asla duymayacağız!
“Katarlı fonları” küstürmek kimsenin işine gelmez. Biliyorsunuz her para ayakkabı kutusunda ya da evlerde saklanmıyor.
Şöyle bir hava almak için dolaşmaya çıkıp, sonra yıkanıp temizlenerek, yeniden üretime sokulması gerekiyor ki beslensin, büyüsün, kara günlerde işe yarasın.
Onun için bizim bu memleketten boşluğa doğru böyle bir sesleniş asla duymayacağız.
İktidara yakın çevreler, bu beylerin –ki kendileri cemaat medyasının önde gelen isimleri– gazetecilik nedeniyle soruşturulmadıklarını savunuyor.
Bir kısım görüş sahibi, “Onlar da eskiden böyle şeyleri savunmuşlardı, şimdi başlarına gelenleri çeksinler” diye düşünüyor.
Batı basını ve Türkiye’deki bir çevre de bu kişilerin soruşturulmasının esasen basın özgürlüğünü ihlali olduğunu düşünüyorlar.
Ben ise daha önce Ergenekon soruşturmaları ve davası sırasında savunduğum şeyleri savunuyorum.
Ahmet Şık, Nedim Şener, Tuncay Özkan, Soner Yalçın, Mustafa Balbay, Dilek Demiral ve daha birçok gazeteci için neler yazdığımı hatırlıyorum.
Savcı, mesleği gazetecilik olan bir sanığı sorgularken, neler soruyor, ona bakarım.
Eğer savcı “Bu haberi niye yazdın”, “Bu filmi niye çektin”, “O yazıyı yazmanı sana kim söyledi”, “Bu yazdığını nereden öğrenmiştin” diye soruyorsa, kararım kesindir: O sanık, gazetecilik faaliyeti nedeniyle sorgulanıyordur.
İşin eğlenceli kısmı elbette olayı yaşayan kişi ve muktedirler için değil, bizim gibi okuyup “vay canına” diyenler için geçerli.
Düşündürücü kısmı ise hepimizi ilgilendiriyor.
Olay şöyle gelişmiş:
Tören sırasında “güvenlik amacıyla” Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık korumalarının bir bölümü de izleyicilerin arasında dolaşıyorlarmış.
Bizimkilerin şimdilerde sevdikleri Osmanlıca ve Latin alfabesiyle yazacak olursak bir “hafiye vakası” yani.
O sırada töreni izleyen vatandaşlardan biri yanındaki kişiye torununun okulda yaşadığı bir “hırsızlık” olayından söz ediyormuş.
Bizim zehir hafiyeler “hırsızlık” kelimesini duyunca alarma geçmişler. Belli ki “hırsızlıktan söz eden bir muhalif gösteri yapacak her halde” diye düşünmüşler ve vatandaşı apar topar karakola çektirmişler.
10 günlük gazetelerde gözüme takılanları şöyle bir sıralayayım istiyorum.
Arınç’a suikast
-Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a bir suikast düzenleneceği iddiası vardı.
İki subay, Arınç’ın evinin civarında “keşif” yaptıkları iddiasıyla yakalanmıştı.
Benim “Pazartesi soruları” dizisinde aylarca gündeme getirdiğim bu soru da giderek aydınlanıyor.
Başbakan’a göre bu Mevlânâ’ya vuslatın günü.
Eski AB Bakanı Egemen Bağış’a göre AB ile tam üyelik görüşmelerinin başladığı tarih ve kaderin bir cilvesine göre de kendisi ile ilgili rüşvet iddialarının ortaya döküldüğü tarih de aynı zamanda.
Benim için 17 Aralık 2013, Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğunun belgelerinin ortalığa döküldüğü tarih anlamına geliyor ki bu vesileyle “Büyük Usta” Recep Tayyip Erdoğan’ın “saf” bir insan olduğunu da öğrenmiş olduk.
O kadar safmış ki, bir cemaat gözlerinin önünde devletin bütün kurumlarına girmiş, ele geçirmiş.
Yargıdan tutun Emniyet’e, telekomünikasyon idaresinden Hazine’ye, TÜBİTAK’tan saymaya başlayın üniversitelere kadar her şey onlardan sorulur hale gelmiş.
Onlar istedikçe istemiş, şimdiki Cumhurbaşkanı da onlar “ne istedilerse” sorup sual etmeden vermiş!Niye vermiş?
Kendisi söyledi zaten, saf olduğu için!