‘Asrın soygununda’ beraat!

FRANKFURT Mahkemesi’nin “asrın soygunu” diyerek cezalandırdığı ve “Asıl suçlular Türkiye’de” diye işaret ettiği Deniz Feneri e.V davasında artık sona gelindi.

Haberin Devamı

Savcı esas hakkındaki mütalaasını açıkladı ve 20 sanık için beraat kararı verilmesini istedi.
Sadece sanıklardan Mehmet Gürhan için 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Onun nedeni de Almanya’da tutuklu olarak bulunurken verdiği vekâletnamedeki imzasının resmi vekâlete sahte olarak dönüştürülmüş olması nedeniyle “resmi evrakta sahtecilik”!
Olayı en başından beri soruşturan savcılar görevden alınmamış olsaydı, sanıklar suç işlemek için örgüt kurmak ve nitelikli dolandırıcılık suçundan yargılanacaklardı.
Savcılar değiştirildi ve suç “Hizmet nedeniyle görevi kötüye kullanma”ya dönüştü.
Mümkün olabilseydi sanıklar hiç yargılanmayacaktı.
Ama ortada Almanya mahkemesinin kararı ve Türkiye’ye aylarca uğraşıdan sonra zorla getirilebilen dava dosyası mecburen bir davanın açılmasına neden oldu.
Ve soruşturmayı yürüten ilk savcıların başına gelmeyen kalmadı, görevden alındılar, Yargıtay’da yargılandılar, az kalsın hapse bile atılacaklardı.
Çünkü ağır bir suç işlemişler ve soruşturmayı, siyasi baskılara rağmen yürütmeye çalışmışlardı.
Bakın bu davanın eski savcılarından Nadi Türkaslan görevden alındıktan sonra Yargıtay’da görülen davasında soygunla ilgili neler anlatmıştı:
“Almanya’ya gittik. Deniz Feneri e.V paralarının başka yerlerde kullanıldığını tespit ettik.”
Ve diğer savcı Abdulvahap Yaren de Yargıtay’da görülen davasında şöyle konuşmuştu:
“Belgeleri bulduk. Isparta, Burdur, Trabzon’da ve Türkiye’nin her yerinden yardım yapıldığı iddia edilen bu insanları dinledik. 600 kişinin biri bana ‘Deniz Feneri e.V bana yardım yaptı’ demedi. Yüzde 80’i ‘Bu imzalar sahte. Bana yardım yapılmadı’ dedi. Yüzde 20’si ise ‘Buradaki imza bana ait ama bana bu miktarda yardım yapılmadı’ dedi. Adama 20 avro yardım yapılmış ama 400 avro yardım yapılmış gibi belge düzenlemiş. Sözleşmiş gibi hepsi yalan mı söylediler? Soruşturma belli bir aşamaya geldiği zaman bizi aldılar, delillerin tamamına ulaşılması engellendi.”
Yaren delillerin tamamına ulaşılmasını kimin engellediğiyle ilgili ipucu da vermişti:
“Bu güce hırsızların imparatoru diyorum. Bu imparator, hem altında yer alan figüranlarını koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre, hukuki zeminde çalışması gereken tüm kurumları kontrol altında tutuyor. Bu amaçla hem delilleri yok ediyor. Hem soruşturma savcılarını yakından takip ediyor. Bu takibe rağmen soruşturmada istediği gibi bir sonuca ulaşamadığı takdirde savcıları soruşturmadan aldırıyor. Hem de zekât hırsızlarını masum maskesiyle kamuoyuna pompalıyor. Bu işi ancak bu organizasyonun başındaki hırsızlar imparatoru yapabilir. Hırsızlar imparatorunun kim olduğuna gelince, her şey ortada apaçık belli. Damda gezer, miyav der, isme gerek var mı?”
Türk hukuk tarihi ileride bu soruşturmayı da, örtbas edenleri de, soruşturmayı dürüstçe yürütenlerin başına gelenleri de yazacak elbette.

Haberin Devamı

Def-i mefasid!

Haberin Devamı

BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, konuşmalarını yaparken eski Türkçe kelimeler kullanmaya bir hayli özen gösteriyor.
Söylediklerinin anlaşılabilir olup olmaması önemli değil, çünkü belli ki “Ben öyle bir lügat paralayayım ki anlamasalar bile bu sözlerde bir hikmet olduğuna inanırlar” diye düşünüyor.
Geçen gün Altan Öymen, radikal.com.tr’de yazdı, öyle görünüyor ki Başbakan’ın Osmanlıca bilgisi de, stratejik derinlik teorisi gibi sorunlar ile dolu.
Grup konuşmasında şöyle bir cümle söylüyor:
“Aynı anda def-i mefasid de eyleriz, celb-i menafi de eyleriz.”
Bu sözü söyledikten sonra muhalefete de sesleniyor:
“Şimdi bazılarına sözlük icap edebilir ama, özellikle hukuk günü olduğu için bu Mecelle hükmünü herkesin öğrenmesinde fayda var.”
Başbakan’ın kullandığı bu Mecelle ilkesi “Kötülükleri uzaklaştırmak, çıkar elde etmekten iyidir” anlamına geliyor.
Başbakan sözlerini şöyle tamamlamış:
“Bütün bu çetelere karşı def-i mefaside eylemeye devam edeceğiz, celb-i menafi ile halkımıza merhamet ve kudret ikram etmeye devam edeceğiz.”
Sorun da zaten bu cümle ile başlıyor.
Başbakan, halka çıkar sağlama yoluyla merhamet ve kudret ikram edeceğini söylüyor!
Halka tepeden bakan bir padişah sanki, lütfediyor, halka “ikram” ediyor!
Altan Öymen’in bu eğlenceli yazısını internetten okuyabilirsiniz, Başbakan’ın anlaşılmaz sözlerinde keramet arayanlara özellikle öneririm:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/altan_oymen/mefasid_menafi_merhamet_ve_ikram-1293510

Haberin Devamı

Katolik olmasaydı bahane bulurdu!

ŞİLİ Devlet Başkanı Michelle Bachelet, adı bir yolsuzluğa karışan oğlunu istifaya zorladı.
Oğlu, Devlet Başkanlığı’na bağlı bir kültür vakfının başında bulunuyordu ve bir devlet bankasından çektiği 10 milyon dolarlık krediyi kullanarak satın aldığı arazileri büyük kârlarla satmak ile suçlanıyordu.
Bu haberi okuyunca, “Demek ki” dedim, “devlet yöneticilerinin çocuklarının vakıfların başına geçmesine, kupon arazilerle ilgilenmesine sadece bizim memlekette rastlanmıyor, bu genel bir az gelişmişlik sorunuymuş!”
Bachelet, bildiğimiz klasik Ortadoğu politikacıları kadar pişkin çıkmamış!
Oğlunu istifaya zorladığını şu cümleler ile açıklıyor:
“Herkese eşit bir ülke olması için bu görevi yürütmek bazen acı verici kararlar da almak anlamına geliyor. Önceliklerimi biliyorum, adil ve eşit bir ülke için yola çıktım. Bu hedefe yönelik engellerle yüzleşmek benim görevimdir.”
Bachelet Hanım’a üzüldüm doğrusu.
Aklına ne “paralel yapı” gelmiş ne de “Darbe yapacaklar” diye ortalığa fırlamak.
Tabii Katolik olduklarından bunun “zekât” olduğunu söylemek de akıllarına gelmemiş.

Yazarın Tüm Yazıları