YOLSUZLUK ve rüşvet soruşturması nedeniyle istifa etmek zorunda kalan eski bakanlardan Zafer Çağlayan uzun bir aradan sonra yeniden ortaya çıktı.
Seçim bölgesinde yaptığı konuşmalarda, kendisine oyun oynandığını söyledi.
Zafer Çağlayan, Mersin’de şöyle soruyor: “Bu kardeşinizin suçu ne?”Demek ki bugüne kadar yazılanlar yeterli olmamış, ben kendisine hakkındaki suçlamaları bir kez daha hatırlatayım:
Kendisine 700 bin liralık bir saat hediye edildi, bunu beyan edip, Hazine’ye devretmesi gerekiyordu, yapmadı.
Bir işadamının özel uçağıyla “hediye” umre ziyaretine ailecek gitti, bunu da beyan etmeliydi, etmedi. Zaten en başında kabul de etmemeliydi, etti.
Kod adı, işadamında bulunan rüşvet listesinde kayıtlı, hangi tarihte kaç para aldığı biliniyor. Milyonlarca dolar tutan bu paraları neden aldığını açıklamalı.
Zafer Çağlayan’a ve onunla birlikte suçlanan eski bakanlar Muammer Güler ve Erdoğan Bayraktar’a şunu söylemek isterim:
Projeyi yürüten öğretim üyesi Prof. Dr. Fatoş Yarman Vural, bir kişinin aşkının gerçek olup olmadığını bu yöntemle kolaylıkla anlayabileceklerini söylüyor.
Günlük hayatımızda kullandığımız birçok alet edevat böyle ortaya çıkmıştır.
Önce bilimsel bir buluş gerçekleştirilir, sonra o buluş günlük hayatta kullanılır hale gelir.
Yani yakında insanların ellerinde bir “aşk ölçer” ile dolaştıklarını görürseniz şaşırmayın, hatta akıllı cep telefonlarında bu amaçla kullanılacak uygulamalar bile görebiliriz.
Diyelim ki oğlan kıza “Seni seviyorum” dedi, kız hemen aletini çıkarıp ölçer, gerçek mi söylüyor, yalan mı? Yoksa “laf olsun testi dolsun” diye mi söylenmiş?
Siz de benim gibi bunun korkunç bir şey olacağını düşünüyor musunuz, bilemiyorum.
Aşk, insani bir duygu olduğundan, içinde kaçınılmaz bazı yalanlar da olabiliyor; bilmezseniz katlanılması kolay, öğrenirseniz içinizde bir şeylerin kopmasına neden olabilecek türden şeylerden söz ediyorum.Diyelim ki bir kadını çok seviyorsunuz, âşıksınız, kadın da sizi sevdiğini söylüyor. O vakit kendinizi şahane hissedebilirsiniz.
Çünkü biliyorsunuz çok uzun bir süreden beri Başbakan’ın hem iç hem de dış politikadaki en önemli adamı MİT Müsteşarı’dır.
Onsuz neredeyse adım atmıyor.
Bu köşede “Başkanlık sistemini getirebilirse kendisine ‘devlet sekreteri’ olarak seçeceği kişi kesinlikle Hakan Fidan olur” diye de yazmıştım.
Dün gazeteleri okurken haberdar oldum ki Başbakan İran’da da Hakan Fidan’sız yapamamış.Resmi heyette olmayan Fidan bir özel uçakla Tahran’a gitmiş, Başbakan’a orada katılmış.
Orada resmi temaslar sırasında toplantılara katılıp katılmadığı ile ilgili bir bilgi yok ama belli ki Başbakan, herkesten daha çok Hakan Fidan’a güveniyor.
Demokratik ülkelerde çok rastlanan bir durum sayılmaz bu.İstihbarat örgütlerinin başındaki kişiler elbette önemli adamlardır ama politikaların oluşturulması süreçlerine bu kadar aktif olarak katılmalarına sadece bizim Ortadoğu’daki eski Baas rejimlerinde ve az gelişmiş diktatörlüklerde rastlanır.
Bu duruma iki yıl önce de dikkat çekmiş ve “Acaba şimdi bu iş Ortadoğu geleneklerine uygun, üzerine Sünni İslam sosu dökülmüş, sekülerizminden arındırılmış bir tür Baasçılığa doğru mu gidiyor” diye sormuştum.
İSTANBUL’da bakanların, bakan çocuklarının, kamu bankası genel müdürünün ve bazı işadamlarının sanık durumunda oldukları “rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını” yürüten savcılar görevden alındılar.
Dosyaya yeni atanan savcıları peşinen zan altında bırakmak istemem ama bu bana yine Deniz Feneri’ni hatırlattı.
Deniz Feneri soygununu yıllarca soruşturup takip eden savcılar görevden alındıktan sonra yeni atanan savcı “suç vasfını” değiştirdi ve sanıkların daha az bir ceza ile kurtulabilmelerinin yolunu açtı.Şimdi de aynısı olacak diye iddia edememem ama hükümetin yargıya müdahalesinin bütün kanıtları gözümüzün önündeyken, iyimser olmayı da başaramıyorum, kimse kusura bakmasın.
Bakanların başsavcıları arayıp “Dosyayı o adamdan al, başkasına ver” diye soruşturmaya müdahale ettiği, polisin savcılık ve mahkeme kararlarını uygulamadığı bir ülkede, bu değişikliğin hangi amaçla yapıldığını anlayamayacak kadar da saf değiliz.
Deniz Feneri soruşturmasının eski savcısı Abdülvahap Yaren’in dediği gibi, “Hırsızlar imparatoru soruşturmaları engelliyor, hem adamlarını koruyor, hem kendisine ulaşılmasını engelliyor”.
Zamanlama manidar olmasın diye mi?
BAŞBAKAN’ın “ucube” diyerek yıktırdığı Kars’taki İnsanlık Anıtı heykeli ile ilgili olarak, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, Başbakan’a karşı açtığı tazminat davasında yaşanan bir gelişme, Türkiye’de davaların neden yıllarca sürebildiğini gösteren örneklerden biri.Mahkeme “ucube” kelimesinin anlamını Türk Dil Kurumu’na sormuş, TDK’dan yanıt gelmediği için de duruşmayı ileri bir tarihe ertelemiş.
Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyecek kadar çok sayıda haine sahibiz.“Vatana ihanet” konusunda uluslararası şöhretlerimiz de var.
En tanınmışlarından biri Nâzım Hikmet’tir ama ben bu alanda birinciliği her zaman Piri Reis’e vermişimdir.
Kendisi 500 yıllık bir haindir, ama haritaları hâlâ dünyanın dilinde.
Şöhretleri yerel kalmış hainlerimiz de var ve bunların sayısı o kadar çok ki saymakla bitmez.Değerlerini bilemiyoruz ne yazık ki.
Bunun bir tek nedeni var: Hain belirleme standardımız yok!Bunun için bir “Hainleri Belirleme Enstitüsü” kurulsa iyi olur diyorum.
Elle tutulur bir hain standardımız olursa memleketin bir yarısının öbür yarısını toptan hain ilan etmesinin de önüne geçebiliriz.
Zaten o hain ilan edilen diğer yarısı da kendisini hain ilan eden birinci yarıyı hain ilan etmiş oluyor ki böylece sadece hainlerin yaşadığı bir memlekete dönüşüyoruz.
Verdiği süre çok uzun, daha kısa bir süreden de söz edebilirdi.
Zaten bizde kamu yönetimine gelenler en çok buna güvenirler: Halkımızın hafızası zayıftır, kısa sürede unutur, dikkati başka bir konuya kolayca çekilebilir vs.Baksanıza daha üzerinden bir ay geçti geçmedi, rüşveti ve yolsuzlukları bırakmış, cemaat–hükümet kavgasını seyrediyoruz.
Ama bizlerin işi de böyle şeyleri unutturmamaktır. Gazetecilik mesleğinin bir yönü de budur, fikri takip mesleğin olmazsa olmaz kurallarından biridir.
Onun için arada bir nefes alıp 17 Aralık’tan sonra neleri öğrendiğimizi ve unutmamamız gerektiğini izninize sığınarak hatırlatacağım: 17 Aralık’ta neler ortaya çıktı!
- Halkbank genel müdürünün evinde ayakkabı kutuları içine saklanmış 4.5 milyon dolar nakit para.- Bakan Muammer Güler’in oğlunun evinde boyum büyüklüğünde yedi kasa ve 1 milyon liradan fazla nakit para.
- Bakan Zafer Çağlayan’a “hediye” edilen 700 bin liralık kol saati.- Bakan Çağlayan’ın işadamının özel jetiyle hediye ettiği umre yolculuğu.
- Bakanlara elbise torbalarında ve bavullarda gönderilen paralar.- Başbakan’ın, Şehircilik Bakanı’na emir verip bazı müteahhitlere avantaj sağlamak için imar planlarını değiştirtmesi.
Siyasi bir durumu böyle geometrik kelimelerle ifade etmek hoş bir buluş!
Akıllıca olduğunu da düşünüyorum, çünkü böyle “paralel yapı” filan diye tarif ettiğiniz zaman kendinizi bir anda temize de çekebiliyorsunuz.
“Biz paraleldik, uzayın sonsuzluğuna doğru yollarımız hiç kesişmedi” iması da yapmış oluyorsunuz. Memleketin öğretmenleri az dil dökmediler bunu hepimize belletmek için, o nedenle hepimiz anlıyoruz ki yolları kesişmemiş.
Oysa durumları paralel filan değildi, tam anlamıyla “kesişen kümeler” tanımına daha çok uyuyorlardı.Devamlı okuyucular hatırlarlar, burada bazı soruları her pazartesi sordum ama ilgili ve yetkili kişilerden bir yanıt alamadım.
Bu sessizliğin, şüphelerimi haklı çıkaran bir durum olduğuna karar verdiğimi yazmış ve soruları da kesmiştim.
Ancak şimdi bu “paralellik” meselesi ortaya atıldı ve benim de merakım yine canlandı.
Mesela Bülent Arınç’a suikast iddiasını ele alalım!
Ürkektirler. Bir yandan attığınız yemlere gözlerini dikerler, diğer yandan kafalarını her an gelebilecek bir tehlikeye karşı oraya buraya oynatırlar.
Bunun bir tek sebebi vardır. Kendi hayatlarının sahibi değillerdir.
Bilinçli olarak yaşamazlar, içgüdülerinin esiridirler.
Hem ortalığa saçtığınız o arpaları, buğdayları yemek için dayanılmaz bir istek duyarlar, hem de kendi arkadaşlarının kanat çırpma sesinden ürker, o son taneyi alamadan havalanırlar.
Bizleri kuşlardan ayıran şey esasen budur, bizler kendi hayatlarımız hakkında fikirlere sahibizdir.
Önyargılarımız vardır. Öğreniriz, bir bölümünü içselleştiririz. İyi ya da kötü, nasıl bir hayat yaşadığımızı biliriz.Ama bildiklerimizi anlamlandırmamız da o kadar kolay değildir.
Bunu sağlamamızı, hayatlarımızı anlamlandırmamızı sağlayan şey sanattır.