Paylaş
Projeyi yürüten öğretim üyesi Prof. Dr. Fatoş Yarman Vural, bir kişinin aşkının gerçek olup olmadığını bu yöntemle kolaylıkla anlayabileceklerini söylüyor.
Günlük hayatımızda kullandığımız birçok alet edevat böyle ortaya çıkmıştır.
Önce bilimsel bir buluş gerçekleştirilir, sonra o buluş günlük hayatta kullanılır hale gelir.
Yani yakında insanların ellerinde bir “aşk ölçer” ile dolaştıklarını görürseniz şaşırmayın, hatta akıllı cep telefonlarında bu amaçla kullanılacak uygulamalar bile görebiliriz.
Diyelim ki oğlan kıza “Seni seviyorum” dedi, kız hemen aletini çıkarıp ölçer, gerçek mi söylüyor, yalan mı? Yoksa “laf olsun testi dolsun” diye mi söylenmiş?
Siz de benim gibi bunun korkunç bir şey olacağını düşünüyor musunuz, bilemiyorum.
Aşk, insani bir duygu olduğundan, içinde kaçınılmaz bazı yalanlar da olabiliyor; bilmezseniz katlanılması kolay, öğrenirseniz içinizde bir şeylerin kopmasına neden olabilecek türden şeylerden söz ediyorum.
Diyelim ki bir kadını çok seviyorsunuz, âşıksınız, kadın da sizi sevdiğini söylüyor. O vakit kendinizi şahane hissedebilirsiniz.
Ama böyle bir test aletiniz var ve kadının aslında sizi pek söylediği kadar da sevmediğini anlarsanız, dünyanız kararmaz mı?
Kim bilir, belki de gerçekten âşık değildir ama başka bir şeyinize bayılıyordur: Cüzdanınıza, onunla evlenme olasılığınıza, komikliğinize, karizmanıza, yakışıklılığınıza vs.
Bilmezseniz bir zararı yoktur, bir yanılsama da olsa aşkı yaşarsınız, mutlu olursunuz.
Bilirseniz, o ilişkiden bir tat alamazsınız, mutluluk çıkaramazsınız.
Freud, Wilhelm Jensen’in ‘Gradiva’ isimli romanından yola çıkarak “Sanrı ve Rüya” isimli bir kitap yazmıştı.
‘Gradiva’nın kahramanı “aşırı âşık” bir tipti. Sevdiği kadını zihninde betimleyen mitolojik karakter Gradiva’yı gerçek bir kişi gibi algılardı.
Gerçek kadın, âşık adamın bu sanrısına uyum gösterir. Gradiva rolü oynamaya, yanılsamayı hemen kesmemeye, adamı rüyasından hemen uyandırmamaya çalışır. Söylenen ile gerçeği birbirine yaklaştırmak için elinden geleni yapar. Böylece Freud’un elinde aşk deneyimi, psikanalitik iyileştirmenin işlevini yüklenir.
Günümüzdeki aşkların çoğunluğunun böyle olduğuna bahse girebilirim.
Bir taraf daha çok seviyordur, diğerinin sevgi gösterisi onu rüyasından tam olarak uyandırmadan gerçeğe doğru çekmek amacını taşıyordur.
Bir aşk ilişkisinde eşitlik olmayacağını her âşık düşünür.
“Acaba o da benim onu sevdiğim kadar beni seviyor mu” sorusu Genç Werther’den beri her âşığın beynini kurcalar.
Bu, insan doğasının insana oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir.
Çünkü insan davranışlarına yön veren şey esasen içselleştirdiğimiz değerler ve seçmeler dizisidir.
Tercih ettiğimiz değerleri ifade eden olaylar ve insanlarla karşılaştığımızda duyarlılığımız artar, bunların dışındaki şeyleri fark etmemiz ise zorlaşır, çoğu kez imkânsız hale gelir.
Aşkın insanın gözünü kör ettiğini söyleyenler, bu nedenle haklıdırlar.
Doğan Hızlan, dün 249 yazarın Türk edebiyatının 40 klasiğini seçtiğini yazmıştı.
Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ isimli romanı da 40 klasikten biri seçilmiş.
O romanda da ‘Gradiva’dakine benzer bir öykü var. Ama daha Doğulu bir öykü olduğu için sanırım, kadın, âşık erkeği gerçekliğin içine çekmeye çalışmaz.
Paşazade züppe Bihruz, vezir olan babasından kalan mirası süslü gezmek, araba kullanmak gibi meraklarıyla har vurup harman savurur, yarım yamalak Fransızcasıyla garsonlarla, terzilerle Fransızca konuşmaya çabalar.
Bir gün Çamlıca’da dolanırken Periveş isimli kadına bir görüşte âşık olur.
Periveş, kentin en namlı yosmasıdır. Yaşamın gerçekliklerinden kopan Bihruz, Periveş’in aşkına düşer, mektuplar yazar, yanıt alamaz.
Bir arkadaşı “yalancı keşfi” Periveş’in tifodan öldüğünü söyler ama Bihruz gerçeklikten o kadar kopmuştur ki ölümün aşka bağlı veremden kaynaklandığını bile düşünür. Artık mutsuz, perişan bir âşıktır.
Sonra bir gün Şehzadebaşı’nda Periveş’e rastlar. Onu Periveş’in ablası zanneder ve ölmüş sevgilisinin mezarını sorar. Periveş ve yanındaki çengi, Bihruz ile alay ederler, zavallı âşık sanrılar içinde kendi yalnızlığına döner.
Gasset “Yaşamlarımızın büyük kesimi, kendi çıkarımız için oynadığımız iyi niyetli bir güldürüden ibarettir” derken bunu kastediyor.
Sadece aşk gibi güçlü duygular, kişiliğimizin özünü ortaya koyabilmemize olanak verecek bir katalizör görevi görürler.
Kendi tarif edilmiş gerçekliğinden kopuş da böyle başlar.
Aşkı, aşk için yaşamaya başlar, MFÖ’nün şarkısındaki gibi aşka âşık olursun!
“Bir denize açılmış sufi / Ne sonu var, ne sahili / Aşka âşık olmuş o besbelli / Deli mi, divane mi? / Aşka âşık olmuş sufi! / Gül de bir bize, diken de bir / Bunu âşıklar bilir.”
Herkesin bir Gradiva’sı vardır.
Pompei’nin külleri içinden çıkan freskteki gibi minik ayaklarıyla uçarcasına yürüyen bir Gradiva.
Ona kendi değerlerimizi yansıtır, onu görmek istediğimiz gibi görürüz.
Varlığımızı kendi dışımızdaki bir varlığa bağlar, yaşamımızı onun düzleminden tarif ederiz.
Benim düşünceme göre aşk, kişinin kendisine ait bir duygudur.
Önemli olan insanın kendisinin ne hissettiğidir. Onun için yazının başında sözünü ettiğim “aşk ölçer” meselesini ürkütücü buldum zaten.
Aşkına yanıt alamamış bile olsa böyle kişiler âşık olmaktan mutlu olurlar.
Bunu benden daha iyi anlatan birisi var, sözü ona bırakacağım, Nâzım Hikmet’in Tahir ile Zühre şiirini okuyoruz şimdi:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da / hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, / bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte / yani yürekte.”
“Seversin dünyayı doludizgin / ama o bunun farkında değildir / ayrılmak istemezsin dünyadan / ama o senden ayrılacak.”
“Yani sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı? / Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık / yahut hiç sevmeseydi / Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
Paylaş