Üzerine Sünni sos gezdirilmiş, “muhaberatın” devletin dışişleri, içişleri gibi geleneksel siyasi kurumlarının önüne geçtiği bir rejim.Tabii Arap örneklerinden farklı olmalıydı, bu ülkedeki şunca yıllık demokrasi geleneğini de bir çırpıda silip atmak mümkün değildi çünkü.
TBMM’ye sunulan ve MİT Kanunu’nda önemli değişiklikler yapan kanun, bu Baas-Muhaberat rejimi yolunda, çok önemli bir virajın da yakında dönüleceğini gösteriyor.
Hükümet, HSYK Kanunu ile yargıyı artık kendine bağlamıştı, son eksiklikleri de yeni MİT Kanunu aracılığıyla tamamlayacak.Anayasal düzene TBMM çoğunluğunu kullanarak bir sivil darbe yapan hükümet, bu kanun değişikliği ile birlikte son hedef için ihtiyaç duyacağı “operasyonel” gücü de yaratmış oluyor.
Bu virajdan sonrasında “yol artık yokuş aşağı” olacaktır.
Yani daha açık söyleyecek olursak “demokrasi tramvayının son durağına” az bir yolumuz kaldı.
O son durağa gelene kadar MİT’i yapacağı yasadışı işlerden korumak için bu kanun değişikliği düşünülmüş belli ki. Artık yasadışına çıkan MİT görevlilerinin yargılanabilmesi mümkün olmayacak. Eğer MİT soruşturma açmak isteyen savcıya “O iş bizim görevimizdi” derse, savcı kuyruğuna bakarak adliyedeki odasına dönecek.MİT isterse “Önleyici casusluk faaliyetidir” diyerek, yargı kararı olmadan telefonları da dinleyebilecek, haberleşmeyi de kontrol edebilecek.
MİT’in marifetleri ile ilgili belgeleri ve bilgileri yayınlayanlara da ağır cezalar getiriliyor.
Şunu merak ediyorum: Dünya lideri olduğunuz bile söylenen bir Başbakanımız var. MİT elinde, polis elinde, savcıları istediği gibi tayin edebiliyor, peki neden bu sapıkları yakalayıp, ibretiâlem için teşhir etmiyor?
Edemiyor, çünkü bunun büyük bir yalan olduğunun o da farkında ama bu yalanı sürdürmekte de ısrarlı.
Önceki gün yine türban üzerinden bir mağduriyet yaratmaya çalıştı, bu kez bu yalanın kullanılmasını eleştiren bizlere sallıyor.
“Sizin insanlığınız öldü mü be? Sizin vicdanınız bu kadar mı karardı? Çocuklarınızın, eşinizin yüzüne nasıl bakabiliyorsunuz be? Sizin çocuklarınızın başına gelseydi böyle mi davranırdınız?”Sonra devam ediyor: “Vicdan, vicdan, vicdan. Bunu şuradan açık açık ifade edeceğim. Eğer o kadın başörtülü olmasaydı bu linç olur muydu? Başörtüsü düşmanlığını sürdürüyorlar. Bunu yapanların ilkeleri yok. Sınırları yok. Bunlar için helal yok haram yok.”
Şimdi gelelim vicdan meselesine.
Başbakan’ın üniversite rektörleri ile yapacağı toplantıyı protesto etmek isteyen gençlere polis sert bir müdahalede bulunmuştu, hatırlarsınız. Tarih 4 Aralık 2010 idi ve Başbakan ile “paralel yapı”, o günlerde canciğer kuzu sarması durumundaydılar.Polis müdahalesi sırasında 19 yaşındaki E.Ö. isimli bir genç kadın polis tarafından dövüldü.
Polisin, “Hamileyim vurmayın” diye çığlık atan E.Ö.’nün özellikle karnını gözeterek vurduğu görgü tanıklarının ifadelerinde de yer alıyor.E.Ö. bu olayın ardından bebeğini düşürdü.
Eskiden, yani kendine güveni tamken arada bir tebessüm ettiği, espri yaptığı da oluyordu.
Ama uzunca bir süredir, deyim yerindeyse Başbakan’ın kimyası bozuldu.Bunun sebebi de belli: Cilası döküldü!Topluma derin bir korku salmıştı. Bugün yakındığı “paralel yapıyla” el ele verip, bütün muhalifleri torba davalar ile sindirmişti.
Gezi protestoları ile bu korku duvarı yıkıldı. Ne polisin hedef gözeterek attığı gaz fişekleri, ne de tomaların içine kimyasallar koyarak insanları yakmaya kalkışmaları işe yarıyor.
Dün baktım, havuz gazetesi, Gezi protestoları sırasındaki aşırı polis şiddetinden “paralel yapıyı” sorumlu tutuyor.Meğerse paralelci polisler hükümeti zor duruma sokmak için kasten öyle şiddet uygulamışlar. Hatta kırmızılı kadına gaz sıkan polis, özellikle maske de takmış ki paralelci olduğu anlaşılmasın!
E peki o zaman Başbakan bunun farkında değil miydi? Polise “Destan yazdınız” diyerek yüklü ikramiyeler dağıtmamış mıydı?
Cilayı döken şeylerden biri de bu oldu.
11 senedir iktidarda ve yeni fark ediyor ki Emniyet’in bütün kalelerine girilmiş, yargının bütün tersaneleri ele geçirilmiş!Peki hani sen “usta” idin, kül yutmazdın, her şeyin en iyisini bilirdin?
Bu köşede de bunu yazmıştım, dikkatli okuyucular hatırlayacaklardır. (20 Haziran 2013, Kabataş’a bir geçit.)
Edward Morgan Forster, “Hindistan’a bir geçit” romanında, farklı kültürlere ait insanları birbirinden ayıran kültürel önyargıları anlatır.
O romanda sıcağın, yol yorgunluğunun ve önyargılarının etkisiyle saldırıya uğradığına ilişkin halüsinasyon gören bir İngiliz kadın kahraman var.
Ama şimdi görüyorum ki bu bir halüsinasyon olmanın çok ötesinde bir durum!
Doğrudan doğruya, dini duygularını tahrik edip, halk arasında kin ve düşmanlık yaratmayı hedefleyen bir yalan ile karşı karşıyayız.Ve bu yalanın en büyük yeniden üreticisi ise ne yazık ki ülkenin Başbakanlık koltuğunda oturuyor!
Başbakan gerçekten insani hassasiyetlere sahip birisi gibi davranabilseydi, Gezi protestoları sırasında öldürülen gencecik insanları da kendisine dert edinir, “4 tanesi, 5 tanesi polise saldırırken öldü” diye konuşmazdı.
Polis tekmeleriyle bebeğini düşüren genç kadının çektiği acıyı da paylaşırdı.
Adının önünde Başbakan sıfatı var ve sözlerindeki, kurduğu cümledeki seviyeye bak!Böyle sorulara yanıt vermek kolaydır aslında, sonuç olarak ben de yatılı erkek mektebinde okudum, “Ona öyle demezler” diye girişebilirim ama yapamam.
Çünkü Başbakan gibi konuşur, yazarsam annem kızar, en azından “terbiyesiz” der, ailem utanır.
Kabataş’ta saldrıya uğradığını iddia eden kadın meselesine de artık girmeyecektim ama bir yalanın ısrarla sürdürülmeye çalışılması, bunun üstelik bir de terbiyesiz ifadelerle yapılmak istenmesi, fikrimin değişmesine neden oldu.
Bu kadın, Star gazetesinde Elif Çakır’a başından geçenleri anlatmıştı, olayın hemen ertesinde.
Kısaca özetleyelim:
* Üstleri çıplak, başlarına siyah bantlar takmış, elleri eldivenli 60-70 kişilik bir grup bu kadına saldırmış, darp etmiş, taciz etmiş ve hatta üzerine işemişlerdi.Olay sırasında kadının yanında, bebek arabasında yatmakta olan çocuğu da vardı ve bebek arabası havalara fırlatılmıştı.Kadına yardım etmek isteyen yaşlı bir erkek ve torunu da saldırganlardan dayak yemişti, yaşlı erkek öldüresiye dövülmüştü.Önce olay yerinde MOBESE kameralarının bulunduğu, görüntülerin ifial yaratacak kadar iğrenç olduğu iddia edildi.
Sonra “Hayır, MOBESE görüntüsü yok, kameralar bozukmuş” dendi.
Sevgililer Günü’nün böylesine kök salmasında benim de parmağım oldu, ister istemez, ama o balonları görünce kendimi iyi hissetmediğimi söylemeliyim.
Aşk, bir balon ile ifade edilecek kadar basit bir şey midir?Evet, kızlar böyle şeylerden hoşlanabilirler, onların kafasından nelerin geçtiğini bilemeyiz, o balon onlar için ne anlama geliyor fark edemeyebiliriz, ama sevgisini bir balon ile ifade eden bir erkek, evlerden uzak olsun bence.
Düşündüm, ben olsam balon alır mıydım diye?
Ruhumun karanlık tarafı dürttü beni: Aşk, zaten kendi dışına çıkmak değil midir, balon da alabilirsin, içi pamukla doldurulmuş bir ayıcık da.Oysa ben kendim olsam alacağım şey bir demet çiçekten ibarettir, bir demet beyaz çiçek!
Şu dizeleri hatırladım:
“Senin gelişinden önce / ben bendim”.Aşk böyle bir şeydir, kendin olmaktan bilinçsiz de olsa vazgeçersin, sevgilinin ruhunun içinde eriyip hiçliğe varmak istersin.
Evet, o zaman şimdi dalga geçtiğin gibi balon da alırsın, içi pamukla doldurulmuş ayıcık da.
Nostaljiyi severim, bana güzel bakışlı bir kızı hatırlatıyorsa, hepsi o kadar!
Özellikle de mesleki konularda hiç sevmem!
Bazen rüyamda kendimi, Bodrum’da çizgili pijamalarım içinde gazetelere bakıp “O haber de böyle mi verilir” derken görür, kan ter içinde uyanırım!
Biz gazeteciler için eski günler çok daha zordu.
Diyelim ki bir haber yaptınız: “Başbakan’ın Urla’da sit alanı içinde villa inşaatı var”!Şaka değil, eskiden böyle haberler gazetelerde yer bulabiliyordu.
Mesela Tansu Çiller’in Kuşadası’ndaki çiftliği, Amerika’daki otelleri filan gazetelerde yayınlanabilmişti.
Neyse, konuyu dağıtmayayım, böyle bir haber yaptığınızda şöyle bir açıklama geldiği zaman eliniz kolunuz bağlanır, sevgilisi tarafından evden kovulmuş erkek suratıyla yazıişleri müdürünün karşısında kalakalırdınız: “Hayır, o villalar yeni değil, otuz yıldır var!”Ama şimdi böyle bir “açıklama” ile karşılaşırsanız Google var!
Oysa villaların sahibi olduğunu iddia ettiği kişi ile yaptığı telefon konuşmalarından öğrendiğimiz bir mesele var: Başbakan’ın “kerimesi” söz konusu villalar ile ilgili olarak, villaları yapan Latif Topbaş ile “iç dekorasyon” meselesini uzun uzun tartışmış.
Tartışma, alafranga tuvalete konulacak “bide”ye kadar uzanıyor.
Topbaş, Başbakan’a “Kerimeniz bide istedi” diyor, o da yanıtlıyor: “O ne?”Sonunda bunun alafranga taharet musluğu olduğunu anlıyor, “Yok istemem, normali olsun” diyor.
Dünyanın her yerinde, çok yakın arkadaşlar birbirlerinin evlerinde birkaç gün geçirebilirler, geçirirler.
Bu toplumsal yaşamımızın bir parçasıdır, ama misafir gittiği yerde bulduğu ile yetinir.
Mesela ben Mustafa’ya bir gün bile “Podima’daki duşu değiştir” demedim. Orhan’dan yatak odasındaki televizyonu değiştirmesini istemedim. Ben istemediğim gibi, önceden kızımı teftişe gönderip, elinde bir listeyle yapılacak işleri tespit etmesini beklemedim.Hayatın normal akışı içinde bu tutumlar “ayıp” diye tanımlanır, “görgüsüzlüğe” kadar gider.
Yargıtay’ın, Balyoz davası ile birlikte hukuk sistemimize de soktuğu “hayatın normal akışına uygunluk” içtihadı o villanın “senede üç beş gün gidilen arkadaş villasından” daha farklı bir şey olduğunu düşündürüyor bana.Daha tatmin edici bir açıklama başta Başbakan olmak üzere hepimiz için daha iyi olur.
Seçmen yolsuzluktan nasıl etkileniyor?