Paylaş
Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyecek kadar çok sayıda haine sahibiz.
“Vatana ihanet” konusunda uluslararası şöhretlerimiz de var.
En tanınmışlarından biri Nâzım Hikmet’tir ama ben bu alanda birinciliği her zaman Piri Reis’e vermişimdir.
Kendisi 500 yıllık bir haindir, ama haritaları hâlâ dünyanın dilinde.
Şöhretleri yerel kalmış hainlerimiz de var ve bunların sayısı o kadar çok ki saymakla bitmez.
Değerlerini bilemiyoruz ne yazık ki.
Bunun bir tek nedeni var: Hain belirleme standardımız yok!
Bunun için bir “Hainleri Belirleme Enstitüsü” kurulsa iyi olur diyorum.
Elle tutulur bir hain standardımız olursa memleketin bir yarısının öbür yarısını toptan hain ilan etmesinin de önüne geçebiliriz.
Zaten o hain ilan edilen diğer yarısı da kendisini hain ilan eden birinci yarıyı hain ilan etmiş oluyor ki böylece sadece hainlerin yaşadığı bir memlekete dönüşüyoruz.
Bu kadar çok vatan haininin olduğu bir ülkenin nasıl hâlâ ayakta durabiliyor olduğu da ayrı bir muamma tabii, ama bunun nedenlerini araştırmak için ayrı bir kuruluş kurmak daha iyi olur.
Tabii arada bir oyunbozanlar da çıkıyor ve son derece eğlenceli “karşısındakini hain ilan etme oyununun” tadını kaçırıyor.
Ben onlardan olmak istemem. Madem böyle bir eğlencemiz var, eğlenelim gitsin, gidebildiği yere kadar.
Neymiş, bizden farklı düşünen ve farklı davranan insanların bunu ihanet için değil, sadece öylesinin doğru olduğunu düşündükleri için yaptıklarına inanmamız gerekiyormuş!
İşte her görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken zararlı bir düşünce akımı!
Bunlar “herkesin hain olduğunu düşünen toplumların ruh sağlıklarının bozuk olduğunu” da söylerler.
Bunlara hiç kulak asmam! Memleketimizin hain çıkarma konusundaki dünya liderliğini elinden almaya yönelik haince girişimlerdir bunlar.
(Not: Bu yazıyı 9 Nisan 2013 tarihinde yine bu köşede yayınlamıştım. Başbakan Erdoğan dünkü grup konuşmasında “Türkiye Hainler Listesi”ne yine birilerini ekleyince tekrar hatırlatayım dedim, yeni yazı yazmaya üşendiğimden değil.)
İş de yapıyor, para da çalmıyor
HALKIMIZIN yolsuzlukları anlayışla karşılamak gibi bir huyu var.
Bunda kuşkusuz ki yasaların ardından dolanıp, iş yapmanın marifet olarak algılanıyor olmasının da rolü vardır.
Ama en önemli neden aslına bakarsanız halkımızın önemli bölümünün bu işlerin bir kenarında yer alıyor olmasıdır.
Hiç yasadışı bir iş yapmayan bile en azından ruhsat filan dinlemeden balkonunu evinin içine katmıştır.
Bunun için olsa gerek “iş yapmak” ile “yolsuzluk yapmak” birbirinin kardeşi gibi algılanır.
“Adam çalıyor ama iş de yapıyor” düşüncesinin dillendirildiğine bugüne kadar binlerce kez tanık oldum, eminim ki sizler de benim gibi çok duymuşsunuzdur.
Çalıp, çırpmadan iş yapılabileceğine olan inancımız zayıftır.
Çalmanın, iş yapmanın yan getirisi olarak düşünülmesi, yolsuzluklar ile ilgili gelişmeleri halkın umursamamasına da yol açıyor.
Zaten Başbakan da bunu bildiği için “şu kadar yol yaptık, bu kadar ray döşedik” gibi konuları sıkça tekrarlıyor ki halkın bilinçaltında aynı duyguyu yaratsın.
Geçtiğimiz hafta sonu Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin düzenlediği bir etkinlik için Eskişehir’e gittim.
Eskişehir’e ilk kez genç bir muhabir olarak Bülent Ecevit’in mitingini izlemeye gitmiştim.
O gün gördüğüm Eskişehir ile bugünkü Eskişehir iki ayrı dünya gibi.
Bir kentin, son derece sınırlı olanaklar ile nasıl güzelleştirilebileceğinin, nasıl canlı hale getirilebileceğinin, belediye faaliyetlerinin bir toplumun hayatını nasıl olumlu yönde etkileyebileceğinin bir örneği.
Ama bundan da önemlisi “çalıp çırpmadan da iş yapmanın mümkün olabileceğini” gösteren bir örnek! Bir tür laboratuvar!
Dün Hürriyet’in internet sitesinde AKP’li Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun şöyle bir söz söylediğini okudum:
“Sol iktidara az geldiği için az hırsızlık yapıyor, iktidar olduklarında onları da görürsünüz, hükümet olunca bunlar ortaya çıkıyor. Çünkü bir adamın elinde para yoksa makam yoksa neyi çalacak.”
Burhan Bey’e de bir fırsat bulup Eskişehir’e gitmesini öneririm.
Adamların elinde para da var, makam da var, iş de yapıyorlar ama çalmıyorlar!
Bu örgüt ortaya çıkarılmalı
TÜBİTAK’ın Poyrazköy davasında savcılığın kanıt olarak sunduğu 5 numaralı harddisk için verdiği “üzerinde oynanmış” raporundan sonra, Balyoz davasının da yeniden görülmesi kaçınılmaz olacak.
Hukuki süreçlerin nasıl işleyebileceğini dün Taha Akyol, Hürriyet’te herkesin anlayabileceği bir şekilde açıkladı.
O nedenle benzer şeyleri tekrarlamamak için bu konuya girmeyeceğim.
Şuna dikkat çekmek istiyorum: TÜBİTAK’ın bu raporu, yeni bir soruşturmanın başlatılmasını da gerektiriyor!
Üzerinde oynanmış bir kanıt var, bu kanıtlarla insanlar yıllardır hapislerde süründürülüyor, hepsinin gelecekleri karartıldı.
Şimdi mesele bu işi kimin yaptığını ortaya çıkarmak olmalıdır.
Bu disk ile kimler oynadı?
Suç, basit bir adaletin yerine getirilmesini engelleme suçu değildir.
Her şeyden önce örgütlü bir suçtur.
Silahlı Kuvvetlere yönelik bir planın (deyim yerindeyse darbenin) parçasıdır ve bu örgütün bunu hangi amaçla yaptığı, neyi hedeflediği, kimlerden oluştuğu da ortaya çıkarılmalıdır.
Böyle bir soruşturmayı yürütecek tarafsız polis ve bağımsız savcı kaldıysa tabii!
Paylaş