“Devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu?”Bu sözleriyle birilerini kandırabilir tabii ama kusura bakmasın, “yemezler”!Bunun tarifi böyle değil ve yolsuzluktan söz ederken kimse maskeli tiplerin, devletin kasasının (artık her neredeyse) kilidinin kırılıp, içindekilerin “kalk gidelim” yapıldığını düşünmüyor.
Yolsuzluk, devlet gücünün, kamu kaynaklarını dağıtma olanağının kullanılarak kişisel ya da kurumsal menfaatler sağlanmasıdır.
Mesela, diyelim ki bir müteahhide ballı bir ihale verdiniz, hep yaptığınız gibi.
Yolsuzluk buradan başlar: O ihale gerçekten şeffaf ve herkes için eşit bir ihale olsaydı, o şekilde mi sonuçlanırdı? Önce buna bakılır.
İhaleye giren “istenmeyen” kişiler şu ya da bu yolla ihaleye girmekten vazgeçirildi mi? Bu da önemlidir.
İhale yapıldıktan sonra şartlar değişti mi? Yani bir kamu arazisini, “içine bu kadar metrekare inşaat yapılabilir” diye sattınız. Herkes buna göre fiyat verdi, ama içlerinden biri daha sonra bu inşaat alanını büyütebileceğini biliyor ve daha yüksek fiyat vererek ihaleyi alıyor. Nitekim örneği çok, işte bu da yolsuzluktur.
Hep yaptığınız gibi “Şu ihaleye bunlar girsin, şu alsın, ihaleye girenlere de farkın şu kadarını dağıtsın” derseniz, bu da yolsuzluktur.
Algoritma temel olarak 8 adımdan oluşuyor, eğer konuşması uzunsa hepsini kullanıyor, kısa konuşuyorsa genellikle birinci, üçüncü ve altıncı seçenekleri tercih ediyor.
Modeli kurmak için şöyle bir varsayımdan yola çıkılıyor: Küçük Recep Tayyip Erdoğan evde yalnızken vazoyu kırar, annesi eve gelince vazonun kırılmış olduğunu görür, neden kırdığını sorar. Erdoğan’ın “cevap verme algoritması” bu andan itibaren adım adım şöyle çalışıyor:
1. adım: Yapılan yanlışın ifade edilme şeklini değiştir, onu yanlış olmaktan çıkar ve iyi bir şey gibi göster: “Vazoyu kırmadım, parçalarına ayrıştırdım ve yeniden şekillendirilebilmesi için bir düzenleme yaptım.”
Bu teknik için gerçek hayattan bir örnek:
“İnterneti yasaklamadım, kontrol altına alıyorum.”2. adım: O suçu işleyecek/hatayı yapacak dünyadaki son insan olduğuna ikna et:“Ben vazoya neden zarar vermek isteyeyim ki? Ben de vazoyum. O vazo alındığında, onu omzunda 4 kat, bak rakam veriyorum tam 98 merdiven, yukarı taşıyan benim. Vazonun güneşten rengi solmasın diye onu depoya koyalım diyen, kimse kıskanmasın, nazar gelmesin diye arkadaşlarım gelince üstünü örten yine benim. O vazonun bir numaralı destekçisi benim, niye zarar vermek isteyeyim?”
Gerçek hayatta şöyle çalışıyor:
“Biz niye yargıya baskı yapalım, Türkiye’deki en büyük adalet saraylarını yapan, onlara cumhuriyet tarihindeki en büyük olanakları sağlayan biziz.”3. adım: Söz konusu olayın önemini indirge, olayı normalleştir, hatta yaptığının az bile olduğunu örneklerle açıkla:“Vazo, daha çok eski komünist ülkelerde kullanılan, artık miadını doldurmuş bir süs eşyası. Bak Amerika’ya, bak İngiltere’ye var mı evlerde vazo? Hiç filmlerde görüyor musun? Var mı modern dünyada vazonun yeri? Yok.”
“İnternet kalkmıyor. İnternet tam aksine burada bir kontrol altına alınıyor. Bu yasayla internete asla sansür gelmiyor, bu yasayla insanların özel bilgileri asla fişlenmiyor, tam tersine bu yasa interneti daha özgür hale getiriyor.”
Yani aslında zil takıp oynamamız gereken bir durum varmış, internet kalkmıyormuş!
İyi de yasa ile ilgili eleştiriler internet kalkıyor diye mi yapılıyor, internette devlet kontrolü, sansürü geliyor diye mi?Biz ne diyoruz, o neden söz ediyor?
Taraftarları arasında bu demagojiyi yutacak olanların sayısının çok olacağına da kuşkum yok.
Onlar da diyecekler ki, “Bak Başbakan söyledi, internet kalkmıyormuş”!Dünyanın bütün diktatörleri ya da diktatör olmaya heves edenler, yasakları böyle savunurlar zaten.
Hiçbirinin ağzından sansür getirildiğini, sansürün iyi bir şey olduğunu filan duymazsınız.Hatta tam tersine yaptıkları her şeyin esasen özgürlükleri getireceğini söylerler, insanların buna inanmasını beklerler.
Onların da tercih ettiği cümle budur: Yasaklamıyoruz, kontrol ediyoruz!
Masalardaki kadınları da, erkekleri de melankolik bir ruh durumu içinde şarkıcıya eşlik ederlerken yakaladım.
“Seni gördüğüm günü / sevdiğimi unutsam / bir başka dünya bulsam / içinde sen olmasan / öyle sarhoş olsam ki / bir daha ayılmasam / her şey bir rüya olsa / unutarak uyansam.”Öyle kolay değildir tabii, istediğin kadar “unutarak uyansam” de, uyandığında, bir de bakmışsın kaldığın yerdesin.
Geçen hafta aşka âşık olmak durumu ile ilgili yazmıştım, devamlı okuyucular hatırlayacaktır.
“Aşkı, aşk için yaşamaktan” söz ediyorduk. Meyhanede Tanju Okan’ın bu şarkısını dinlerken, aşka âşık olma durumunun başka boyutları olabileceğini de düşündüm.
Aşkımızı yönelttiğimiz insan, aslında bizler gibi sıradan bir insandır.
Ama aşkın doğası gereği biz onu kafamızın içinde bambaşka bir yere yerleştiririz.
Ona belki de hiç sahip olmadığı, olamayacağı değerler atfeder, deyim yerindeyse “tapmaya” başlarız.
Sokaktan geçenler, balkonda çamaşır asan kadınlar, bakkalın çırağı, kapı önünde laflayan esnaf, trafik tıkanmışsa otomobillerinde bekleyenler, mahallenin delikanlıları, koşmaca oynayan çoluk çocuk bir anda dikkat kesilir.
Tam o sırada, biraz hızlı yürüyen ya da koşturan birisi varsa, onun bu hareketinin “zamanlaması manidar” bulunur.
Bir kovalamacadır başlar. Herkes başına üşüşür, ne olup bittiği ile ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar bile işe karışır, herkes yakalanan “zanlıya” en azından bir tekme atmaya çalışır, adam linçten zor kurtulur.
O sırada çalmış olabileceği şey bir hevenk muz, bir karton sigara ya da hadi bilemedin bakkalın kasasındaki 200 liradan ibarettir ama linçten zor kurtulur, sıkı bir dayak yemekle kaldığına şükreder.
Hırsızlık ne kadar küçükse o kadar büyük bir tepki çeker. Ters orantılar ülkesidir, hırsızlık büyüdükçe takdirle karşılanır, en büyük hırsız, her zaman en şahane adamdır!Cumhuriyet tarihinin en büyük hırsızlığı ile karşı karşıyayız.
Büyük bir fütursuzlukla kamu görevlerinin verdiği yetkiler kullanılmış, yüz milyonlarca doları bulan avantalar cebe indirilmiş ve mahalledeki kasabın “Hırsız var” bağırışı kadar etki uyandırmıyor sanki.
Konda’nın son araştırmasına göre halkımızın yüzde 77’si, yolsuzluk operasyonu sırasında ortaya çıkanların gerçekliğine inanıyor. Bakanların, çocuklarının rüşvet aldığını düşünüyor.Ama bu düşünce oy tercihlerini değiştirmiyor.Neden acaba?
Bunlardan birinde önceki akşam yayınlanan bir telefon kaydında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Habertürk Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Fatih Saraç ile konuşuyor.
CHP Milletvekili Atilla Kart’ın iddiasına göre Saraç’ın yönetim kurulu üyesi olmasının nedeni Başbakan Erdoğan’ın böyle olmasını istemesi.
O sırada Başbakan Fas’ta ve Gezi olayları yeni başlamış, televizyon kanalı da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Cumhurbaşkanı’nı göreve çağırması ile ilgili bir son dakika haberini altyazı olarak veriyor.
Başbakan Saraç’a o haberin yayından kaldırılmasını söylüyor, Saraç emir veriyor ve haber yayından kaldırılıyor.Sabah gazetesinde de neredeyse her gün yeni bir dinleme kaydı yayımlanıyor. Bu kayıtlar bazen Fethullah Gülen’e, bazen de cemaatin kamu kuruluşlarındaki değişik “imamlarına” ait oluyor.
O konuşmalarda da talimatlar gidiyor, emirler veriliyor, işler bağlanıyor.
Ortaya çıkıyor ki iki taraf da birbirini uzun süredir dinliyor ve günün birinde böyle kaçınılmaz bir savaş baş gösterirse kullanmak için bir kenarda biriktiriyormuş!Nasıl bir ülkede yaşamakta olduğumuzu böylece bir kez daha görüyoruz.
Bir tarafta hükümet var, elindeki gücü kullanarak kendisine tehdit oluşturabileceğini düşündüğü insanları dinliyor, kaydediyor, kayıtları saklıyor.
Yasalara göre ağır bir suç ve örtbas edilmek isteniyor.
Benim ilgimi çeken asıl mesele bu konuda AKP’li milletvekillerinin tam bir sessizlik içinde olmaları.
Oysa o makama millet tarafından seçildiler, namusları ve şerefleri üzerine yemin ettiler ki görevlerini eksiksiz yerine getirecekler.Meclis’teki görevlerinden biri de yürütme organını denetlemek, ama kılları bile kıpırdamıyor.
Neden acaba?
“Bir gün sıra bana gelir, ben de bal tutarım” diye düşündüklerinden mi?
Sıra kendilerine geldiği gün çocuklarına şöyle mi diyecekler: “Oğlum, sen bir danışmanlık şirketi kur, kızım sen hemen bir vakıf oluştur, işler böyle dönüyor, ama paraları evde kasada tutmayın, sonra ortaya çıkıyor!”Hepsi, böyle meselelerle ilgili hadisleri, dinin bu konudaki emirlerini biliyordur.
Hepsi, yeri geldiğinde Müslümanlıklarını öne çıkarıyor, bunu siyaset yaparken bir avantaj olarak kullanmak istiyor.
“Birlik ve beraberliğimizi büyütmeye ve hepimiz için duayı öne çıkarmaya davet ediyorum” diyor.
Konuşması, Mardin’deki AKP’liler tarafından atılan “Dik dur eğilme, Mardin seninle” sloganlarıyla sürmüş.
Mardin halkının kimin yanında olduğunu bilemem ama sloganı atanlara, yanında durmak istedikleri kişi ile ilgili suçlamaları bir hatırlatayım diyorum:
İşadamı Reza Zarrab’tan toplamı 20 milyon lirayı bulan rüşvet almak!Güler’in bu parayı;
Zarrab’ın bazı yakınlarının Türk vatandaşlığına alınması, Çin’deki paravan firmalarının oradaki bankalarla sıkıntıların giderilmesi için İçişleri Bakanı sıfatıyla Referans Mektubu yazılması,
Reza Zarrab’ı MASAK’ın takip etmesine yol açan ihbarı yapan Emniyet Müdürü Orhan İnce’nin İstanbul’dan tayininin rüşvet karşılığında çıkarılması, Zarrab’ın trafik polisinin uygulamalarında durdurulmaması için 1.5 milyon dolarlık rüşvet karşılığında koruma polisi tahsisi,
Sarkuysan A.Ş. adlı şirketin Genel Kurul Toplantısı için görevlendirilecek Bakanlık Temsilcisinin, Reza Zarrab’ın talebi doğrultusunda belirlemesi. Oğlu Barış Güler’in, söz konusu rüşvet işinin maskelenmesi amacıyla “danışmanlık hizmeti” verdiği, bu amaçla 720 bin dolarlık bir sözleşme imzaladığı da iddialar arasında.