Paylaş
Sevgililer Günü’nün böylesine kök salmasında benim de parmağım oldu, ister istemez, ama o balonları görünce kendimi iyi hissetmediğimi söylemeliyim.
Aşk, bir balon ile ifade edilecek kadar basit bir şey midir?
Evet, kızlar böyle şeylerden hoşlanabilirler, onların kafasından nelerin geçtiğini bilemeyiz, o balon onlar için ne anlama geliyor fark edemeyebiliriz, ama sevgisini bir balon ile ifade eden bir erkek, evlerden uzak olsun bence.
Düşündüm, ben olsam balon alır mıydım diye?
Ruhumun karanlık tarafı dürttü beni: Aşk, zaten kendi dışına çıkmak değil midir, balon da alabilirsin, içi pamukla doldurulmuş bir ayıcık da.
Oysa ben kendim olsam alacağım şey bir demet çiçekten ibarettir, bir demet beyaz çiçek!
Şu dizeleri hatırladım:
“Senin gelişinden önce / ben bendim”.
Aşk böyle bir şeydir, kendin olmaktan bilinçsiz de olsa vazgeçersin, sevgilinin ruhunun içinde eriyip hiçliğe varmak istersin.
Evet, o zaman şimdi dalga geçtiğin gibi balon da alırsın, içi pamukla doldurulmuş ayıcık da.
Toprağı bol olsun, Jean Baudrillard, hiçbir anlamı olmayan bir konuyu unutmamız için hiçbir neden olmadığını düşünürdü.
Sadece aşkın, hiç anlamı olmayan bir konuyu bile asla aklımızdan çıkarmamamıza yol açtığını bilememişti, sanırım.
Anlamın boş bıraktığı yerin zorlanmasındaki anlamsızlığı anlatmak için bir öyküsü de var.
Bir gün bir oğlan çocuğunun karşısına bir peri çıkmış: “Dile benden ne dilersen, her şeyi yerine getireceğim” demiş.
Ve bir de şart koşmuş: “Ama hayatının sonuna kadar tilkinin kuyruğundaki kızıllığı hiç düşünmeyeceksin. Bunu düşündüğün anda her şeyi geri alırım.”
Oğlan kabul etmiş: İyi bir eğitim, yaparken hem zevk aldığı hem iyi para kazandığı bir iş, sevdiği bir kadın, güneşli, güzel günler.
İlerleyen yıllar boyunca tilkinin kuyruğundaki kızıllığı hiç aklına getirmediği için istediği her şeye kavuşmuş.
Ve bir gün beynini kemiren bir soruyla uyanmış: Tilkinin kuyruğundaki kızıllık neydi?
Sonunu tahmin edebilirsiniz, peri bu, kolayca kandıramazsın, verdiklerinin hepsini geri almış.
Sabit fikirlerin, kafadan bir türlü sökülüp atılamayan önyargıların insanların birbirleriyle olan ilişkilerini de aynen böyle zehirlediğini düşünüyorum.
Hele de aşk ilişkisinde!
Charles Bukowski’nin “Lilly’yi öptün” isimli bir öyküsü var. (Bu öykü, Âşık Katiller Antolojisi’nde yayımlandı. Everest Yayınları, Hazırlayanlar: Enver Ercan–İdil Önemli.)
Öykü, 56 yaşındaki Theodore ile 50 yaşındaki karısı Margaret’in, televizyonda bir film izledikten sonra uyumak üzere yatağa girmeleriyle başlıyor.
Margaret, Theo’dan kendisini öpmesini istiyor.
Theo, kendisine “Öp beni” emri verilmiş her erkek gibi gönülsüzce yerine getiriyor bu isteği.
Margaret öpücüğü beğenmiyor, kocasına “Lilly’yi öptüğün gibi öp” diyor.
Ne de olsa bu bir Bukowski öyküsü, her şey öyle kolayca olup bitemiyor.
Meğerse bizim Theo’nun gençlik yıllarında Lilly isimli bir kadınla bir ilişkisi olmuş.
Hangi nedenle olduğunu bilemediğimiz bir şekilde Lilly’yi bırakıp, Margaret’e geri dönmüş.
O güne kadar aralarında bu konu belli ki hiç konuşulmamış.
Ama o gece, Margaret, Theo’nun öpücüğünü beğenmeyip “Beni Lilly’yi öptüğün gibi öp” deyince, eski defterler açılmış.
Yani, “tilkinin kuyruğundaki kızıllığı” hatırlamış Margaret.
Geçmişte kalmış bir aşk, ihanetin acısını her zaman içinde taşımış bir kadın, kurulu düzenine teslim olmuş bir erkek.
Sonucu dehşet verici bir çifte cinayete dönüşen bir aile kavgası böyle başlıyor, öykünün tadını kaçırmak istemem, bulur okursunuz.
“Tilkinin kuyruğundaki kızıllığı” hatırlamak elbette her zaman bu öyküdeki gibi çifte cinayetle sonuçlanmıyor.
Ama insana hayatı zehir ettiğini bilebiliyoruz.
Çiftler, bu nedenle fiziksel olarak ölüp toprağa verilmiyorlar ama ruhları ölüyor.
Bir zombi gibi boş boş bakıyorlar hayata, hangisi daha iyidir, bilemiyorum:
Ölmek mi, ruhun içinden çekilip alınmış gibi ortalıkta dolanıp durmak mı?
Margaret’in o andaki ruh durumunu basit bir kıskançlık gösterisi gibi kabul edebiliriz, ilk bakışta tabii.
Ama kökü derin bir kıskançlıktır bu, sevdiğin adam bir başka kadına gitmiş (tersi de olabilir tabii) ve sen yıllarca sanki bütün bunlar olmamış gibi yaşamısın.
Ama ah o tilki yok mu, kızıl kuyruğunu sallaması yok mu?
Kıskançlık, sevdiğini her şeyden kıskanmak bir olumsuz ruh durumu olarak algılanır bütün toplumlarda.
Kadın sevgilisini eleştirir, “Çok kıskanç, nefes aldırmıyor bana”.
Erkek, arkadaşlarına kadından yakınır, “Bir şey yaptığım yok, tek istediğim bir gece arkadaşlarla sabaha kadar gezmek”.
Oysa kıskançlık normal bir insanlık halidir, hastalık derecesine varmadığı sürece tabii.
Sevdiğin kadının–erkeğin bir başkasını tercih edip gideceğini düşünmenin verdiği korkudan kaynaklanır.
Bilirsin ki o giderse ölmesen bile ruhu çekilmiş bir zombi olacaksın. Kim böyle bir şeye kolayca rıza gösterebilir ki?
Kıskançlık duygusunun, bir ilişkiyi hastalıklı hale sokmasının nedeni, çiftlerden birinin bir önyargıyı, bir hareketi, bir sözü, bir davranışı getirip ilişkinin merkezine koymasıdır.
Kafanın içine adeta bir perde iner, o perde iyi ve güzel olan her şeyin görünmesine engel olur.
Eylül Deniz’in dizelerini okuyalım:
“Sen bize ne yaptıysan iyi / kötüydü buradan baktığımda”.
Çevrenize bakın, bu durumda olan o kadar çok insan göreceksiniz ki!
İşe yaramayacağını biliyorum, tilkinin kuyruğundaki kızıllık bazen öylesine çekici olabiliyor ki bu söyleyeceğim de bir kulaktan girip diğerinden çıkacaktır.
Son sözü söyleme görevini Freud’a bıraktım bu yüzden, belki onu dinlersiniz:
“Sevdiğim zaman, sevgi dışında her şeyi dışlarım”.
Paylaş