Paylaş
Bunun nasıl gerçekleştiğinin önemsiz olduğunu iddia ediyor değilim elbette, bu süreçte emeği geçenlere haksızlık etmek olur bu. Onlara ancak teşekkür etmeliyiz.
Bizim toplumumuzda “komplo teorilerine” inanmak artık damarlarımıza işlemiş bir gelenek sayılmalıdır.
“Öküzün altında buzağı aramak” sözünün bu topraklardan doğduğunu unutmayalım.
Bu olaydan sonra da birçok komplo teorisiyle karşılaşacağız elbette.
Rehinelerin nasıl serbest kalabildiğinden tutun da, kimin bu işte parmağının olduğuna kadar bir sürü saçmalık da dinlemek zorunda kalacağız.
Bu unvanları nereden ve nasıl kazandıklarını hiç bilemediğimiz “strateji” uzmanlarının gözlerini kısarak ve bizim gibi cahilleri hafiften küçümseyerek anlatacaklarına inanacak çok sayıda insan da çıkacaktır kuşkusuz.
Bunların hiçbir öneminin olmadığı kanaatindeyim.
Üzerinde durmamız gereken asıl mesele, nasıl olup da aralarında başkonsolos da bulunan 46 vatandaşımızın rehin alınabildiğidir.
Konsoloslukta görevliyken rehin düşen özel harekât polislerinin verdiği ve dün Hürriyet’te yayımlanan bilgilere göre, tehlikenin farkına erken varılmış. Bunun üzerine güvenli tahliye için bir plan hazırlanmış ama uygulanmamış.
Acaba bu plan neden uygulanamadı?
Başbakan Yardımcısı’nın iddia ettiği gibi “söz dinlemeyen bir Konsolos yüzünden” mi oldu?
Öyleyse bunun bir idari yaptırımı olmalı, değil mi?
Yoksa daha önce ileri sürüldüğü gibi MİT’in konsolosluğu boşaltma uyarısını, bugünün Başbakanı zamanın Dışişleri Bakanı Davutoğlu mu kulak ardı etti?
O zaman bu işin bir de siyasi sorumluluğu olmalı.
Vatandaşlarımızın kurtulduğuna sevinelim ama sevincimiz sorumluların cezasız kalmaları ile sonuçlanmasın ki aynı hatayı bir kez daha yapmaya kimse cesaret edemesin!
Savaşı Türkiye’ye sıçratma çabası
GAZETELERDEKİ haberlere göre 400’e yakın silahlı PKK militanı, Suruç’dan Suriye’ye geçerek IŞİD’e karşı savaşan PYD/YPG birliklerine katılmış.
Zaten Selahattin Demirtaş’tan başlayarak değişik harf kümeleriyle ifade edilen Türkiyeli Kürt siyasi hareketi de “gençleri” Kobani’deki “devrime” destek vermeye çağırıyor!
KCK açıklamasında “Tüm Kürdistan gençliği akın akın Kobani’ye geçmelidir” deniliyor.
KCK’ya göre, IŞİD’in arkasında Türkiye var ve IŞİD, Kürtlere karşı Türk devletine vekaleten bir savaş yürütüyormuş! (Dedim ya, bu memlekette komplo teorilerinin sonu hiç gelmez.)
KCK açıklamasında gösterilen hedef de şu: Kobani devrimi Urfa’ya taşınacak, böylece Rojava devrimi ile Kuzey Kürdistan devrimi birleştirilecek!
KCK ya da benzer siyasi örgütlerin böyle hamaset dolu mesajlarını şahsen ciddiye almam.
Ama şunu ciddiye alırım: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bazı gençler, belediyelere ait araçlarla sınıra kadar götürülüp, iğrenç bir savaşın içine atılıyorlarsa, bunun üzerinde durmak gerekir!
Türkiye sınırları içinde “eylemsiz” de olsalar silahlarıyla dolaşan bir grup, sınırın öteki tarafındaki bir savaşa katılmak için, elini kolu sallayarak sınırları geçebiliyorsa, bunun da üzerinde durmak gerekir!
IŞİD’in, Rojava’daki Kürtlere karşı bir katliam yapma olasılığı bir hayli yüksek.
Buna engel olmak için meşru yolları zorlamak, Türkiye’yi ve dünyayı bu konuda harekete geçirmeye çalışmak başka bir şey, gönüllü gençleri silahlandırıp, ölmeye göndermek başka bir şey.
Bu, bugüne kadar sınırımızın dışında süren bir savaşı içeriye taşımaktan başka bir anlama gelmiyor.
Sayılarının hiç de az olmadığını bildiğimiz Türkiyeli cihatçılar da IŞİD’e destek vermek için benzeri yollara başvururlarsa, bunun bir tek pratik sonucu olur: Savaş Türkiye’ye de sıçrar!
Böyle bir sıçramanın sonuçlarının neler olabileceğini kolayca tahmin edebilmek de mümkün!
Suriye krizinin ilk gününden beri hiçbir öngörüsü doğru çıkmayan bir hükümet işbaşında ne yazık ki!
KCK’daki ideolojik körlüğün bir benzerinden onlar da malul.
Testi kırılmak üzere, artık gözlerini açsalar iyi olur.
İşkence ortak payda!
GEZİ protestoları sırasında İzmir’de, ellerindeki sopalar ile göstericilere şiddet uygulayan polislerin yargılanmasına gerek olmadığına karar verildi!
Savcılık bu suçu takip etmemeye karar vermiş!
Karar, bu konuyla ilgili suç duyurusunda bulunan İzmir Barosu’na tebliğ edilmediği için, itiraz olanağı da kalmamış.
Hatırlayacaksınız, İzmir’deki gösteriler sırasında elleri sopalı bazı sivil giyimli şahıslar vatandaşları dövmüşlerdi.
Dayak yiyen vatandaşların aldıkları raporlar da savcı beyi ikna etmeye yetmemiş.
Artık hiç hukuk okumayan bir Türk bile biliyor ki orantısız şiddet, işkence ile aynı şeydir.
Vatandaşı ha karakola çekip sopayla dövmüşsün, ha yoldan çevirip!
İkisi arasında bir fark yoktur!
Belli oluyor ki “yeni Türkiye” de “eskisinden” hiç farklı olmayacak.
İşkence, yeni Türkiye ile eski Türkiye’nin ortak paydası olarak varlığını koruyacak.
İşkenceciler önce amirleri, sonra da savcılar tarafından korunacaklar.
Korunmaya devam edildiği için de işkence ve kötü muamelenin önüne asla geçilemeyecek.
Paylaş