“Abi güneydeki ev kiralarını gördün mü? Millet delirmiş! Böyle fiyatlar olabilemez!” Telefondaki arkadaşımın hezeyanına çılgınca hak veriyorum. Birkaç ay önce aynı çığlıkları ben de attım. Biz pandemi sürecinde evdeyken her şeyin fiyatının ikiye katlandığını çıkar çıkmaz fark ettik. Ama güney beldelerindeki fiyat delirmesi, tatilini önden planlamaya karar verenlerin zaten fark ettiği bir şeydi. Korona koşulları sebebiyle ev kiralayarak insandan nispeten uzak tatil yapmak isteyenler geçen yıl aynı tatil için ödediklerinin iki katından fazlasını ödemek durumunda. Ben mesela bütün mart ayımı kısa dönemli kiralık ev fiyatlarına bakıp “İki yıl önce şu rakamın üzerine biraz daha eklesek Yunanistan’da ada kiralardık arkadaş” diye homurdanarak geçirdim. Bir de bol güneş alan bölgelerde bahçeli, küçük bir evimin olmamasına söylendim. Rakamlara bakınca böyle bir mülk sahipliği halinde insanın bir daha çalışmasına gerek kalmıyormuş. Neyse bir sonraki hayatımıza inşallah.
Şimdi hayalleri bırakıp gerçeklere dönme ve tatil öncesi yapılacaklar listesinin üzerinden çize çize gitme zamanı. Araba tutan köpeği 1.000 km yol götürmem gerekiyor. Kusarsa diye arka koltuğa serilecek örtü alındı. Veterinerden araba tutmasına karşı ilaç tavsiyesi alındı. Bu hafta hayvanı alışsın diye olur olmaz arabaya da bindirdim. Beraber arabayla mahallede anlamsız turlar attık. Hayvan bu saçma hareketliliğin nereden çıktığını tam anlayamadı tabii ama olsun. Bugün yaptığı antrenmanlar uzun yolda işine yarayacak kendisi bilmese de...
AKTİVİTE BASKISI
Bol miktarda valizi arabanın küçük bagajına nasıl sığdıracağım diye kafa yoruldu. Maç kafada oynandı. Yetmedi, kâğıt kalemle şunu şöyle koysak, bunu bunun yanına tıpalasak gibi tasarımlar yapıldı. Her kafada oynanan maç gibi sahada bambaşka bir sonuç çıkmasıyla mı bitecek, yoksa işte aynen tasarladığımız gibi oldu mu diyeceğiz, bunu artık bagaj başında yaşayıp göreceğiz.
Sağlık Bakanı’nın “Delta plus varyantı görülen diğer iki ilin isimlerini açıklamayayım” cümlesinden alınması gereken gerilim alındı. Herkes gibi biz de arkadaşlarının önünde isimleri verilip rencide edilmek istemeyen bu iki ilin bizim ve Rusya’nın tercihi olan iller olduğunu tahmin etmekte zorlanmıyoruz. Bu varyantların Yunan alfabesindeki harfleri bitirmek istercesine arka arkaya sıralanıp durduğunu kendimize hatırlatıp “Yapacak bir şeyimiz olmayan, değiştiremeyeceğimiz durumlar için kaygılanmayalım” notuyla kendimizi sakinleştirme denemeleri yapıldı. Mayolara girilip girilemediği kontrol edildi. “Bunlar bu yılı kurtarır” sonucuna varıldı.
“Tatilin bir saniyesini bile boşa geçirmeyelim, şimdiden bazı aktiviteler planlayalım” denildi. Ama yıl boyunca katılımcıların tamamının turşusunun çıktığı, aktivite falan yapacak halleri kalmadığı, tek istediklerinin bir süre yan gelip yatmak ve mümkünse o sürede telefonla rahatsız edilmemek olduğu sonucuna varıldı. Aktivite baskısından komple vazgeçildi.
Şimdi hayırlısıyla yola çıkış için gün sayma kısmına geldik. Sayılı gün çabuk geçer diye umuyoruz.
“Bir cumartesi sabahı zurnayla uyandın mı hiç, çılgın gibi koşarak duvara kafa atmak istedin mi hiç?” Tam açılmadan önceki son cumartesiye başlangıç cümlem bu. Neden? Çünkü yan binadan davullu zurnalı kız alıyorlar. Daha önce de şehrin ortasında, apartman içinde saatler süren davullu zurnalı seremoniler yapılmasını ne kadar sevdiğimi, bu geleneklerin her koşulda yaşatılmasını nasıl kalpten desteklediğimi söylemiştim. Çünkü daha önce de olmuştu. Muhtemelen aynı komşumdu. Şimdi ikinci kızını evlendiriyor. “Allah bir yastıkta kocatsın” temennilerime “İnşallah bir kızı daha yoktur” dualarımı da ekliyorum. Tepki versek bir şey kazanılmıyor, sadece kendini gerdiğinle kalıyorsun, artık biliyorum. Kaldı ki sesim muhtemelen zurnanın tatavası içinde kaybolur gider. Zaten kendimi zor duyuyorum.
Düğün, dernek, aldım, verdim merasimi bitince biraz kafa dinlerim diye umuyorum ama olmuyor. Çünkü onu müteakip evin içine bangır bangır elektrogitar doluyor. Müzisyen bir komşum hafta sonları bazen böyle evde ‘jam session’ yapar. Bugün onun da günüymüş. Sorun değil, zurnadan sonra bayağı rahat tahammül edilebilir bir ses.
Bir saat falan o devam ediyor. Biter bitmez bu sefer salonumuzda çeşitli Türkçe pop şarkılarının teknoyla harmanlandığı küçük çaplı bir DJ performansı hâkim. Bu da başka bir coşkun komşu. Anlayacağınız ev bu hafta sonu ev değil, adeta bir performans salonu. Bir şov bitiyor, diğeri başlıyor.
Akşamı böyle ediyoruz. Gece seansında bambaşka bir performans var. Gençler sokaktaki banklarda eğlenceye geçmiş. Geçsinler, ne güzel. Lakin şöyle bir sorun var. Toleransı yüksek bir kişi olmama rağmen bünyemden atamadığım bir huyum var. Gecenin 2’sinde, tamamı mesken olan sokakta, saatler süren bağıra çağıra şarkı söylemeli eğlencelere de gıcık oluyorum. Ama ne zaman daha çok gıcık oluyorum biliyor musunuz? Böyle ‘Karlı Kayın Ormanı’ falan gibi sol tandanslı şarkılar söyledikleri zaman. DJ’lik seven ama yeteneği olmayan komşum aynı saatte ‘Cennetten Çiçek’ tekno edisyonu bağırtınca o kadar delirmiyorum. Çünkü onun tıyneti o. Ama kendinden başka hiç kimseyi iplemeyen bünyeler bir de kendini solcu zannedince büyük yükseliyorum.
Gürültü var diye polis çağırmayı da kendime yediremediğim için, içimden 17 bine kadar sayarak sabırla bekliyorum. Bir noktada bu arkadaşların eğlencesi de bitiyor. Gidip yatıyorum ve anında manyakça bir tangırtıya geri kalkıyorum. Sokakta üç kurye motorlarıyla yokuştan çıkma yarışı yapıyormuş. Bir tatlı rekabet, bir tatlı coşku... ‘Gençlerimiz eğlendi, emekçi kardeşlerimiz eğlenmesin mi, tabii...’ diyerek 2 bine kadar daha sayıyorum. Gece rüyamdaysa dünyaya bir daha geldiğimi ve eğlence dendiğinde kabile davranışları sergilemeyen bir toplumda yaşadığımı görüyorum.
Kendime bir ara bir pandemi checklist’i yapmıştım. “Bu iş bitince şunları yapayım” gibisinden... İçinde “Elektronik müziğe git” maddesi de var.
Öncesi şöyle. Tam pandemiden önce hiç elektronik müzik festivaline gitmediğimi, aslında gitsem hoşlanabileceğimi düşünmeye başlamıştım. Tam da o esnada Belçikalı DJ Charlotte de Witte’in İstanbul performansı ilanına denk geldim. Göklerden gelen bu işaret karşısında harekete geçmiştim. Sonra kapanma geldi. Her şey iptal oldu.
Listeyi yaparken de haliyle bunu ilk sıralara yapıştırdım. Açılmalarla birlikte baktım Avrupa’da çeşitli performanslar var. Gidebilir miyim diye merak ettim. Gidemezmişim. Nereye baktıysam biletler internette satışa çıktıktan 5 dakika sonra falan bitti. Herkes ülkesindeki her türlü festival, konser vesaireye çılgın gibi saldırmış. Haklı bir açlık var.
Aynı tarihlerde bizim tarafta da müzikle ilgili bir ‘kimse kusura bakmasın’ gerilimi hasıl olunca, bu maddeyi listeden sildim. Şimdi diyeceksiniz ki 5 dakikada değişir bütün işler, düzenlemeler yeniden düzenlenir, öyle denen şeyler aslında öyle denmek istenmemişti, bu müzik işi de hale yola girer. Ama insanın bir kere şevki kaçtı mı da kaçıyor işte.
Şevk kaçtıktan sonra da insanı bir nostalji basıyor tabii. Nitekim 12’den sonra yüksek sesli müzikle ilgili anılarım gözlerimin önünden geçiyor.
Mesela epey küçükken annemin kucağında MFÖ konserine gitmiş, gecenin ilerleyen saatlerinde “Uykum geldi” diyerek maraza çıkarmış, konseri tamamlatmadan herkesi eve döndürmüştüm. Gelecekte bu müzik işinin aranıp da bulunamayacak bir nimet olduğunu bilsem tam tersine “Sabaha kadar burada kalalım” diye ağlardım herhalde.
BU NASIL PARTİ YA!
Geçen hafta ‘40 yaş üstü vatandaşlara aşı randevuları açıldı’ haberini görünce “Sevgili 40 yaş üstü kardeşlerim” diye bağırdım. Zaten kimse bize seslenmiyor, ötekileştiriliyoruz. Madem öyle, bari biz bize sesleşelim. Hemen ertesi güne randevumu aldım. Aşıyı yaptırdım. Aşıdan yana bir sorun yaşamadım. İlk iki gün biraz fazla uyudum gibi ama bunun aşıyla ilgisi var mı, yoksa ben zaten bir bahane uydurup uzun uyumaya yer mi arıyordum, emin değilim. Üretici firmayı beni uyutmakla itham edemem.
Yalnız sonrasında yaptığımız uzun aşı geyiklerinden yana biraz sorun yaşadım. Sabah işe gittim, bütün 40 yaş üstü kardeşlerim aşılarını çaktırmış. 17 ayrı kişiyle ‘çip’ şakalaşması yaptım. “Benim çip YouTube çekmiyor”, “Su içersen çip devre dışı kalıyormuş”, “Başım ağrıyor, Bill Gates bana SMS göndermeye çalışıyor galiba”... Ne var, ne yok hepsini döndük!
Her toplulukta olduğu gibi bizim aramızda da ‘büyük oyun’u görenler var. “Bu aslında küresel bir oyun” diyen, “Oyun olmasa bu kadar yayılmazdı” diye devam eden arkadaşımıza sabırla kafa sallayıp “Evet, mümkün, tabii ki bilemeyiz, olabilir” falan dedik geçtik. Zira bu konu beni ziyadesiyle sıkıyor. Hiç yerim yok böyle şeyleri uzun uzun konuşmaya.
Şakaları geçtikten sonra herkes yan etki dökümünü yaptı. Bazılarımız interneti hallaç pamuğu gibi atarak tıbbı dışarıdan bitirmiş kadar olmuş. Misal birisi “Benim midemi bozdu bu aşı” diyen arkadaşa şu cevabı verdi: “Bağışıklık karmaşası yaşandığı için bağırsak içerisindeki kötü bakteriler iyilere göre daha çok güçleniyor ve flora kötü bakteriler lehine kalıyor. Yani aşının içindeki mRNA veya başka bir şey çoğalıp mide bozulmasına sebep olmuyor. Alerjik şoklar da dahil, gördüğünüz her olumsuz yan etki bağışıklığınızla alakalı.” Konuya hâkimiyetinden çok etkilendim ve “Bir daha söyle” diyerek size eksiksiz aktarmak için ses kaydı aldım. O arada aşı karşıtları tekrar devreye girdi. Birisi dedi ki: “Bu aşılar kalp krizini tetikliyormuş, ben olmayacağım.” Deminki uzman arkadaşımız orada da anında notları ve kaynaklarıyla devreye girdi ve “Çok nadir görülen kalp kası iltihabı 24 yaş üstünde normalde görülen ortalamayla aynıymış. Onların da neredeyse hepsi hafif geçirip iyileşmiş. Tabii sen yine de diyorsan ki BioNTech içime sinmiyor, Sinovac olabilirsin.” Septik olan şöyle devam etti: “Zaten en mantıklısı Çin aşısı, virüs onlardan çıktığına göre en iyi çareyi de onlar bulur.”
‘TAKMA GÜZEL KAFANA’
Bu aşırı bilimsel argüman karşısında derin bir sessizliği takiben olaysız dağılmak üzereydik ki o sessizliğe vesile olan kişi son bir çıkış yaptı: “BioNTech kısırlık da yapıyormuş zaten.” O an başka bir arkadaşımız zıvanadan çıktı: “Nüfusları artsın diye her kadın bireyi üçer beşer üremeye teşvik eden İsrail devleti nüfusunun çoğunluğunu BioNTech’le aşıladı. Anlamlı bir kısırlık tehlikesi olsa aşılamazlardı. Sen takma güzel kafanı bunlara...” Anlayacağınız ekipçe böyle böyle delirdik. Aşının yan etkileri içinde o varmış, bu yokmuş bilemeyeceğim ama ince ince delirmek kesin var.
Bu hafta kısmetime bol bol çağrı merkezi araması düştü. Hem gerçek hem de çağrı merkezi taklidi yapan, kendince nitelikli dolandırıcılar için bir cazibe merkezine dönüştüğüm bir hafta... Hatta bir tanesini az önce kapattım. Son zamanlarda en beğendiğim arama bu oldu...
1) Telefonumda 0216’lı bir numara çıktı. Açtım...
- Merhabalar, Garanti Bankası’nın genel müdürlüğünden arıyorum. Kredi kartı aidatı için çekilen toplam şu kadar lirayı size iade etmek istiyoruz.
- Öyle mi? Pek güzel, nasıl iade edeceksiniz?
- Telefondan hesabınıza giriş yapmanız gerekiyor.
- Önce ben bir şey sorsam. Genel müdürlüğünüz nerede?
- Anlamadım?
Tek tek saydım. 17 sabahtır 6.30’a saat kuruyorum. Çünkü bu yolun sonu artık yol değil. İyice patates olduk. En azından sabahları biraz koşayım diyorum. Ve bunu 17 sabahtır beceremiyorum. Sonunda zorlamanın âlemi olmadığına kanaat getirdim. Sabah olması şart değil, artık hangi saat müsaitse orada deneyeceğiz koşmayı. Tabii benim gün içindeki diğer müsait saatim ancak mesai sonrası. Olsun, deneyeceğim.
Bir kere önüme çıkan ilk engel bir yılı aşkın süredir dolapta kendi başına bir hayat sürdüren spor kıyafetlerinin ahının gidip vahının kalmış olması. Güve yemiş. Dert değil. İçine tayt mayt bi şey giyeriz. Zaten spor yapmaya azmetmiş insanın kılığına kıyafetine bakılmaz, yazılmamış bir toplumsal kuraldır bu.
Sonra aklıma ısınma meselesi takılıyor. Şu kolu kaldır, bacağı çektir işini evde salonda yapıp aradan çıkarmak mantıklı geliyor. İki dakika kadar deniyorum. Ne kol bükülüyor, ne bacak kıvrılıyor. Savsaklamak var ama dönmek yok. “İyi işte, olay mahalline yürürken de az ısınırız yeter, yanacak halimiz yok ya” diyerek çıkıyorum alana doğru.
Alanda çok temel bir sorun var. Yer yok! Elime bir tenis topu alıp parka doğru atsam minimum altı kişinin kafasından sekmeden yere düşme ihtimali yok. Sadece ilk turda altı insan, bir bisiklet, iki martı, iki de çocuk arabasıyla çarpışma tehlikesi atlatıyorum. Yine de vazgeçmek yok. Pistte trafik yaratanlara karşı diklenmeden dik durarak yoluma devam ediyorum.
İkinci turun başında biri koluma taktığım maskeyi ağzıma takmam için uyarıyor. Şimdi durup Sağlık Bakanı’nın da bir yıl rötarlı olarak altını çizdiği üzere açık havada, aramızda minimum 2 metre mesafe varken maske takmamıza gerek olmadığını söyleyebilirim. Ama açıkçası şu anda karlı bir yola girmiş TIR gibiyim. Eğer herhangi bir sebeple durursam tekrar harekete dönebilmem kesinlikle mümkün değil.
SANKİ KARAYOLU!
İkinci turu da zikzak yaparak tamamlıyorum. Bu turda karşıma bir adet motosiklet bile çıktı. İçerilerde bir yerlerde inat edip yapmış olmanın mutluluğuyla “Benden geçmiş bu işler arkadaş, neyi zorluyorum ya” hissinin verdiği karamsarlık birbirine karışmış durumda. Allah’tan birkaç dakika içinde her yerimden gelen kas ve eklem ağrılarının sesi kafamdaki diğer sesleri duyulmaz hale getirecek.
Twitter’da biri yazmıştı “Yasak sırasında köpekle sokağa çıktığımda kendimi ‘Ben Efsaneyim / I Am Legend’daki Will Smith gibi hissediyorum” diye. Altına imzamı atarım. Köpek bahsi geçen filmi izlemedi ama izlese o da atardı. Böyle bir 17 gün ve gece geçirdik.
Şimdilerdeyse ‘28 Gün Sonra’nın finaline benzer haller var. Evlerden yavaş yavaş kafalar uzandı. Sonra hızlıca sokaklara koşuldu. Elbette bu durum sebebiyle bazı tespitlerim de oldu.
Dün elimdeki tenis topunu sahildeki çimenlere doğru havaya atsaydım en az 14 kişinin kafasından seker, yere öyle düşerdi. Evinden ince belli çay bardağını, termosunu alıp keyif yapan teyzeden elektrikli scooter’ları olmadan 17 koca gün geçirmek zorunda kalanların yoğun trafiğine ve irili ufaklı kazalarına çeşitli gülümseten görüntüler gördüm.
Tabii her konuda olduğu gibi bu konuda da toplumumuz bölünmüş durumda. Hayat Eve Sığmıyor Platformu bir küçük toplanma organize etmiş. Hemen birileri gelip onları Twitter’da Emniyet Genel Müdürlüğü’nü mention’layarak ihbar etmiş, “Gereğinin yapılması için ne bekliyorsunuz” diye sormuş. Milletimiz hem kutuplaşmayı hem sosyal medyayı hem de ihbarcılığı zaten ayrı ayrı seviyordu. Üçünü birbirine entegre ederek kullanma fırsatını da haliyle hiç kaçırmıyor.
Araç trafiği fena, fena da kalacak gibi... Artık gün ortası saatlerde İstanbul’un eski iş çıkışı trafiğindeki yoğunluk var. İş çıkışı ve yasak başlangıcına doğruysa zaten bir yerden bir yere gidebilen beri gelsin. Tabii bazı yerlerde düzenli polis kontrolüne girmeye de alışmışız. Onun yarattığı bir boşluk var üstümde. O eskiden durup durup işe gidebilir kâğıdı gösterdiğim yerlerden geçerken sanki yasadışı bir iş yapıyormuşum, biri beni de Emniyet’e mention’lasa mention’larmış gibi...
TURİSTLER HAZIR DEĞİLDİ
Turistler zor durumda. Normalde alabildiğine kaotik bir hali olan şehrimizin boş haliyle tanıştıkları için burayı öyle rahat rahat, salına salına gezebilecekleri bir yer gibi algılamışlardı. Muhtemelen açılmış halinin o kadar ferah olmayacağını biraz tahmin ediyorlardı ama bu kadarını tahmin edebildiklerini sanmıyorum. Sürekli bir kenara kaçılma halindeler; sürekli ezilme tehlikesi atlattıkları, her yerden üzerlerine insanların aktığı ve çarpıp geçtiği bu ortama hazır değillerdi. Sudan çıkmış balık gibi olmuş garibanlar. Gerçi haberleri yok ama bu ‘onlara serbest, bize yasak’ uygulaması bir süre daha sürseydi vatandaşların biriken öfkesinin hedefi olma ihtimalleri de vardı.
Son sabahlarımın şarkısı “Evden çıkmak mecburen, işe gitmek mecburen, mecburen mecburiyetten” şeklinde. Çünkü bu gidişlerin her hali iyice tuhaflaştı. Örneğin şimdi evden çıkacağım ve çıkmadan önce kontrol etmem gereken kocaman bir yanıma alınacaklar listesi var. Altı üstü evden çıkacağız arkadaş ya, bu kadar çok kontrol edilmesi gereken adım olmaz. Ama oldu işte.
Bir 300 metre gider gitmez ilk çevirmeme giriyorum. “Kâğıt var mı?”, var. “Kimlik?”, o da var. Memur Bey kardeşim kâğıda bakıyor. “Bu olmaz” diyor.
- Niye olmuyormuş?
- Bunu şirket yazmış, kaymakamlık onayı olması lazım.
- Yok, o geçen seferdi. Bu seferki genelgenin 15’inci maddesine bakarsan, oluyor bu.
Bir süre konuşuyoruz. En sonunda ben “Usta, benim işe gitmem lazım, ceza keseceksen kes, kesmeyeceksen sal beni, acelem var” diyorum. “Bu olmazdı ama arkanda trafik oldu, bu seferlik geç” diyor.
Bitti mi peki maceramız? Hayır. 25 dakikalık yolumda üç kontrol noktası var. Altı dakika sonra ikincisinde ‘onlaynım’. Yol, yine tek şeride düşüyor. Dizilip bekliyoruz. Bir önceki kontrol noktasında “Olmaz” denilen kâğıt burada oluyor. Hızlıca geçiyoruz. Son kontrol noktasında da benzer bir süreç işliyor. Fakat ben günde altı kere durdurulmaktan sıkıldığım için dayanamayıp “Kontrol ettiğiniz arabanın kaputuna görüldü damgası mı vursanız acaba, üç metrede bir tekrar girmesek” diyorum. Cevaben “Biz görevimizi yapıyoruz” alıyorum. “Allah zihin açıklığı versin” deyip devam ediyorum.