Bu dananın arkadaşı olan dana onun yanına gelip çökmüş ve burnuyla arkadaşını dürtüp sormuş:
- Nedir bu halin?.. Hasta mısın, başına kötü bir şey mi geldi?
Üzgün ve bezgin dana, durumunun nedenini arkadaşı danaya anlatmaya başlamış:
- Bu insanlar bizi neden besliyorlarmış biliyor musun? Belirli kiloya ve yaşa gelince bizi keseceklermiş. Derimizi yüzeceklermiş. Kaburgalarımızdan pirzola, butlarımızdan bonfile yapacaklarmış. Beynimizi ve yüreğimizi bile çıkartıp, yiyeceklermiş.
Bunları dinleyen dana gülmüş, arkadaşı dananın başını yalamış,
- Sen ruh hastası olmuşsun. Kendini komplo teorilerine böyle kaptırırsan, aklını iyice yitirirsin, demiş.
Kıssadan hisseler
Öncelikle “Bugün neden DYP değil de DP’yiz?” sorusuna cevap bulması şart.
Eğer “Demokrat Parti” adı kökten devletçi CHP’ye karşı serbest pazarı ve liberal politikaları savunan merkez-sağ’ın köküne inme çabalarını yansıtıyorsa, “Neden DP yerine Serbest Fırka adı alınmadı?” denilebilir.
Eğer mesele “marka” ise, DYP daha taze, daha diri ve genç kitlelerin daha fazla aşina olduğu bir marka değil miydi?
Meselenin özüne gelince…
Muhafazakarlığın da, liberalliğin de ve hatta sosyal demokratlığın da arsalarına, şu anda AK Parti “gecekondu”dan öteye yapılar inşa etmekte.
Yeni Genel Başkan Süleyman Soylu özgürlükçü, sivil ve çoğulcu merkez-sağın temsil etmesi gereken değerleri acaba yeterli kararlılıkla seslendirebilecek mi? Bunun için özelleştirmelerin, Avrupa Birliği yolculuğunun, Güneydoğu'ya sivil çözüm arayışlarının, dünyaya her alanda açılmanın bayrağını AK Parti'nin elinden almak gerekiyor.
Yani DP ne CHP ne de MHP ile yarışmalıdır.
DP’nin rakibi AK Parti’dir ve DP seçmeni şu anda AK Parti’ye oy vermektedir.
Bu konuda bizden önceki meslek büyüklerimiz de merak duymuşlar. Mesela A. Ragıp Akyavaş, 1958’de “Ruzname-i Havadis” gazetesinin 90 yıl önceki bir sayısını bulup 1888 yılında İstanbullu gazete okurlarına sunulan
bazı haberleri aktarmış.
Ondan alıp ben de siz sayın okurlarıma aktarayım:
-Zaptiye Müşiri’nin (Emniyet Müdürü) emrine göre, kadın taifesi edep ve terbiyeye aykırı kıyafette gezmeyecekler, akşam ezanından bir saat evvelinden itibaren sokaklarda kalmayacaklardı. Geceleri arabalı ve arabasız toplu yerlerde hiçbir kadın görülmeyecektir. Bazı eşya almak için, çarşı içinde vesair mahallerde dükkan ve mağazaların içine giremeyecekler, dükkanın önünde durarak istedikleri şeyi satın alıp derhal evlerine döneceklerdir.
Muhalefete tahammül
Evet… Kadınların dükkanlara girmelerinin ve hatta sokağa çıkmalarının yasak olduğu 1880’li yıllar İstanbul’unda, bu kısıtlamaları protesto eden dönemin feministlerinin, direniş aracı olarak kullandıkları
Biliyorsunuz. Amerika federal bir sisteme sahip. Bu yüzden “eyaletler” büyük ağırlığa sahip. Örneğin anayasada değişiklik yapıldığı zaman bunun bütün eyalet yasama organları tarafından da onaylanması gerekiyor.
Yani bu ülkede hem dikey, hem de yatay kuvvetler ayrılığı var. Dikey kuvvetler ayrılığının içeriğinde yasama, yürütme, yargı bulunmakta. Yatay kuvvetler ayrılığı ise, eyaletlerin özerkliğine dayanıyor.
Bu açıdan Amerika’nın kurucu babaları federal istemin bölünme getireceğinden ürkmek yerine, bu sistemin demokrasiyi güçlendireceğini düşünerek, hareket etmişler.
Yani bizden farklı bir siyaset ve devlet felsefesi var.
Ama “insan” öğesine gelince bizden çok farklı değil Amerikalılar. Hatta biz Türklerle Amerikalılar arasındaki benzerlikler oldukça fazla.
Amerikan mozaiği
Ama kararsız olmak kadar, belirli bir dönemde bilinen ve doğru oldukları varsayılan verilere dayalı biçimde alınan kararları tartışılmaz kılıp, “değişmez pozisyonlar” biçiminde sonsuza kadar sürdürmektir.
Bu açıdan “kuşku” insanlığın gelişmesindeki itici güçtür.
Uzay bilimci Carl Sagan (1934-96) “Yaratıcılık ile kuşkuculuk arasındaki gerilim, bilimdeki en çarpıcı ve en beklenmeyen buluşları üretmiştir” der.
Toplum yaşamında da, insan hayatında da “kararlılık” ile “kuşkuculuk” arasındaki dengenin korunması ve bunlardan birinin diğerini yok etmesi, gerilemeye ve hatta çöküntüye sebep olabilir.
Dediğim dedik
Dondurulmuş kararlarla, her olaya ve her kişiye ön yargılı yaklaşırsınız,
Bu ordulardan birinin başındaki komutan devekuşu, karşıdan gelen düşman devekuşu ordusuna bakınca ürkmüş. Çünkü düşman devekuşu ordusu sayıca, kendi ordusundan birkaç kat daha kalabalıkmış.
Yenilginin kaçınılmaz olduğunu anlayınca savaşmaktan vazgeçmiş ve ordusundaki devekuşu savaşçılara “saklanın” diye komut vermiş.
Bu komutu duyan devekuşu savaşçılar hemen başlarını kumlara gömmüşler.
Karşıdan gelen kalabalık devekuşu ordusunun komutanı ise büyük bir şaşkınlığa gömülmüş. Yaverine “Karşımızdaki koca ordu bir anda nasıl yok oldu?” diye sormuş.
Zoologlara sorarsanız, devekuşları başlarını kuma su aramak için gömerlermiş. Ama “başını kuma gömmek” kavramına kaynak olan bu davranışlarının, edebiyat ve siyaset alanına esin kaynağı olduğu da kesin.
Gerçeği görmezden gelmek
Dün seçkinci bir toplulukta duyduğum bazı cümlelerden aklımda kalanları aktarayım:
- Bu sigara yasağından ötürü çok mutluyum. İşsiz ve bunalmış insanların tek tesellisi bir sigara yakmaktı. Şimdi onu yasakladığı için, ne Tayyip Erdoğan’a, ne de AK Parti’ye oy verir bu insanlar…
- Bunlar Avrupa’nın kurallarına çok meraklılar ama, sadece yasaklarla ilgili olan kurallara meraklılar. Ceza Yasası’nın 301’inci maddesini değiştiremiyorlar, sadece sigara yasağını reform diye sunuyorlar.
- Hem sigara üretimini teşvik edip daha fazla vergi almaya çalışıyorlar, hem de sigarayı yasaklıyorlar. Madem insan sağlığına bu kadar meraklılar, TEKEL’in sigara bölümünü özelleştireceklerine toptan kapatsalar ya...
Bakalım sırada hangi yasak var
- Önce alkollü içkileri belediyelerin işlettiği lokallerde yasakladılar. Şimdi bütün lokantalarda sigarayı yasaklıyorlar. Bakarsınız sonunda “sigara olmadan içkinin de tadı olmaz” diye, her yerde alkollü içkileri de yasaklarlar.
Televizyon açık oturumlarında bunun yansımalarını sık sık görüyorum.
Katılımcılardan biri konuşurken, bakıyorum bir diğer konuşmacı söylenenleri dinlemek yerine, sıra kendisine geldiği zaman ne söyleyeceğini hatırlamak için önündeki notları harıl harıl okuyor.
Ama bu durumun yansımaları televizyon açık oturumlarında kalmıyor.
Diyelim ki bir güncel siyasi konu hakkında bir arkadaş topluluğu içinde tartışıyorsunuz. Siz kendinizce savlarınızı seslendiriyorsunuz. Karşınızdaki de kendi savını seslendiriyor.
Bundan sonra diyalog yoluyla, gerçeği veya daha doğru olanı yakalamaya çalışmanız gerekmez mi?
Ama öyle olmuyor.
Çoklu monologlar