Aynı Kemal Sunal filmini defalarca seyredip hala “sonunda ne olacak” diye merak edebilenlerin çoğunlukta bulunduğu bir toplumda, bu durum doğal.
Bunu andıran bir Temel fıkrası bile vardır.
Temel aynı filmi 20’nci defa seyrettikten sonra sinemadan çıkarken, bilet satan adam gişeden çıkmış ve yolunu kesip sormuş ona:
- Bu filmde ne var ki her gün gelip izliyorsun bunu?
Temel anlatmış:
- Filmde bir sahne var. Güzel yıldız plaja geliyor ve elbiselerini çıkartıp mayo giyecekken bir tren geçiyor plajın önünden. Bu tren yüzünden kadını çıplak göremiyorum. Bu trenin mutlaka rötar yapacağını düşündüğüm için her gün aynı filme geliyorum.
Baykal’ın heyecanı
Bizi etkilemek için abartılı bir söz söylemeye hazırlandığını, sol eliyle çenesini tutup, sağa doğru çekmesinden anlardık.
Örneğin ailesinden kalan Maraş’taki tarlaların uçakla ilaçlanmasını, “Geçen hafta Suriye’yi havadan bombalattım” diye anlatırdı. Ya da yanında getirdiği kısa pantolonlu yoksul Alman turisti, “Ruslardan kaçırdığım Alman bilgin, şimdi garajımda devr-i daim makinesini imal ediyor” diye tanıtırdı.
O dönemde iktidarda Demokrat Parti vardı ve bizim köylü hava kötü olsa bile bundan iktidarı sorumlu tutardı.
İki günde bir sol eli ile çenesini sağa doğru çeker ve “Elbet bu memleket bizim de elimize geçecek” derdi.
Memleket ve vatan
Siyasete bakış açısının
Başlangıcı ve sonu bilinmeyen evrende, bilebildiğimiz kadarıyla tek gezegende canlılar var.
Yani “yaşamak” denilen ikramiyenin çıkması trilyonda birden az bir ihtimal evrende. Böcekler, çiçekler, balıklar ve hayvanlar yanında insanlara da vurmuş bu ikramiye.
Şimdi biz annesi 3 Ocak’ta yoğun bakıma girip beyin ölümü gerçekleşen 6 aylık cenin “yaşasın mı-yaşamasın mı” konusunu tartışıyoruz.
Vücudu yaşatılan ama beyni yaşamayan annesinin rahmindeki canlı bir ay daha direnebilir ve hem doktorlar hem de babası ceninin “yaşama hakkı”na saygılı olurlarsa, sezaryenle doğurtulup, yaşamına dünya yüzünde de devam edecek.
Ölü bir annenin doğurduğu bir bebek olmak varmış demek kaderinde.
Yaşamaya başlamadan önce yaşadığı bu serüven, acaba ilerideki hayatında onun bilincinde ne gibi izler bırakmış olacak?
Belki o da bizler gibi Nazım Hikmet’e falan takılıp, “Yaşamaya Dair”den mısralar okuyacak:
İstesek de istemesek de tarihimiz bütün öğeleriyle, en güncel olaylarda bile karşımıza çıkıveriyor.
Hangi karmaşık konuya el atsak, birileri “sende bu evlat acısı ben de bu kuyruk acısı varken arkadaş olmamız mümkün değil” diye, tarih sayfalarındaki kan davalarını bugüne taşıyor.
Ermeni soykırımı iddialarını tarihçilerin yargısına aktarmayı başaramadık.
Şimdi de gündemimize “Alevi İftarı”ında milletvekili Reha Çamuroğlu’nun yaptığı konuşma dolayısıyla “Çaldıran Savaşı ne anlama gelir” tartışması girdi.
Çaldıran meselesi
Zaten “temel eğitim” de okul öncesinde çocuğa ailesi ve çevresi tarafından verilen eğitimdir.
Nasıl yemek yiyeceğini, nasıl tuvalete gideceğini, temizliği, caddede karşıdan karşıya geçmeyi ve “ayıp”ın ne olduğunu bilmeyen bir mühendise, bir doktora veya bir avukata “diplomalı” dersiniz ama herhalde “eğitimli” diyemezsiniz.
Ancak çocuk yaşlarda öğrenilenlerin de, ergenliğe ve belirli kültür düzeyine eriştikten sonra mutlaka bilinç süzgecinden geçirilmesi gerekir. Çünkü belki batıl inançlarla şartlandırılmış veya ön yargılarla donatılmış da olabilirsiniz çocuk yaşlardayken.
Kemal Tahir 20’li yaşlarımdayken bana “Çocukluğunda okuduğun edebiyat klasiklerini mutlaka yeniden oku; çocukken farkına varmadığın lezzetleri ve bakış açılarını ancak bu şekilde yakalayabilirsin” demişti.
En az 50 kitabı yeniden okudum ve Kemal Tahir’in uyarısının ne kadar doğru olduğunu gördüm.
Her şeyi bilemezsiniz
Herhalde böyle olmamalı.
Refik Erduran’ın yıllar önce okuduğum bir romanının kahramanı kavga ettiği arkadaşının başını, Dale Carnegie’nin “Dost Kazanma Sanatı”nın ciltli kitabını vurarak yarıyordu.
Aslında bu tür bir paradoksal yapı tüm toplumsal yaşamımıza egemen değil mi?
Ağzını her açan siyasetçi önce “birlik”, “bütünlük”, “uzlaşma”, “dayanışma” kavramlarını vurgulayarak söze başlar ve sonra kimlerin bu kavramlara karşı olduklarını kendince sıralayarak “düşmanlar listesi” yapmaz mı?
Tarihe ve “bizden olmayan” etnik ve dini topluluklara karşı yaklaşımımız da böyle değil mi?
Diktatörler düşman üretir
Bu dizinin kahramanı her sabah uyandığı zaman, önündeki 24 saatte neler olacağını ve bir cinayetin zanlısı durumunda kalacağını bilerek, bir gün önceki yaşamına yeniden başlıyordu.
Bu tabii ki bir fantezi.
Olacakları bildiğiniz takdirde, farklı davranarak kaderinizi değiştirebilir misiniz?
Bu mümkün değil. Kimse geleceği göremez.
Ama akıllı ve bilinçli insanlar da, toplumlar da geçmişten aldıkları derslerle geleceklerine yön verebilirler.
İşi bizim mesleğin, yani gazeteciliğin (veya medyanın) açısından ele aldığınız zaman da, aynı durum söz konusudur.
Mesleğinize şu ya da bu nedenle yabancılaşırsınız. Kendinizi siyasetçilerin rakibi veya bir ideolojik doktrinin papağanı olarak görürsünüz.
Yönetim sanatının en zor yanı, birlikte yaşamaya mahkum olduğunuz insanları, kurumları ve yabancı devletleri iyi ve kötü yanlarını bilerek değerlendirmektir.
Yönetim kuramcısı Drucker, bir yöneticinin birlikte çalıştığı insanlardan azami ölçüde yararlanabilmesi için, o insanları iyi tahlil etmesi gerektiğini söyler.
Örneğin bir çalışan çok düzenlidir ama hiç yaratıcı değildir. Bir diğer çalışan ise çok düzensizdir ama müthiş yaratıcıdır.
Eğer siz yönetici olarak düzenli olanı yaratıcı olmadığı için, yaratıcı olanı da düzenli olmadığı için eleştirirseniz, ikisinden de yararlanamazsınız. Buna karşı bu iki çalışanın ağır basan niteliklerini ön plana çıkartıp, bunları hedefinize ulaşmak için kullanırsanız, ikisinden de azami ölçüde yararlanırsınız.
Türkiye ve Amerika
Yabancı devletlerle ve özellikle süper devletlerle ilişkilerde de buna benzer değerlendirmeler yapılabilir.