Ama bir anda 21’inci yüzyılın yılları da birer birer düşmeye başladı.
Fellini’nin söylediği gibi bir sofraya oturduğunuzda siz en gençken, bir başka sofradaki en yaşlı siz oluverirsiniz ya… Bunun gibi yaşamınızın büyük bölümünü geçirdiğiniz 20’nci asrın da bir anda “geçen yüzyıl” olması şaşırtıcı bir durum değil mi?
Gerçekten Yakup Kadri’nin dediği gibi “yıllar yarlardan vefasız”mış.
Ankara’da ilkokulum Mimar Kemal’e gidiyordum 1950’nin Mayıs’ında bir öğle vakti. Sakarya Caddesi’ndeki bahçeli kahvelerden birinde radyodan öğle “ajansı” okunuyordu. Birden kahvedekiler ayağa kalkıp birinci haberi alkışlamaya başladılar.
Bir öğle vaktiydi...
Haberde “Celal Bayar Türkiye’nin 3’üncü cumhurbaşkanı seçildi” denilmişti.
Acaba bugünün ilkokul çocukları da, Abdullah Gül’ün 11’inci cumhurbaşkanı seçildiği haberini nasıl duyduklarını 22’nci yüzyılda hatırlayacaklar mı?
Ramazan’da bir İngiliz turist grubu, Karadeniz kıyısındaki kahveye gelmiş. Çaylarını içerken sigaralarını tüttürmeye başlamışlar.
Sigarasızlıktan ve çaysızlıktan başı dönen oruçlu Temel bunların yanına gitmiş, “Dininizin kıymetini bilin” demiş.
Ben de başta “artık burada yaşanılmaz” diyen tüm mutsuzlara 2007’nin son gününde “Ülkenizin kıymetini bilin”demek istiyorum.
Çünkü gerçekten “bir başkadır benim memleketim” diye düşünüyorum.
Yıllar önce Kore’nin devlet radyo ve televizyon kurumunun genel müdürü ile Seul’de sohbet ediyordum. Adam övünerek şöyle dedi:
-Amerikan dizilerini o kadar güzel Koreceleştiriyoruz ki, bunlar orijinallerinden daha iyi oluyor!
Dün AB Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp’in Orhan Pamuk’un aldığı Nobel hakkındaki görüşlerini gazetelerde okurken, bu Koreli televizyon yöneticisini hatırladım.
“Zaman”ı saatlerle, günlerle, aylarla ve yıllarla ölçüp, somut bir olgu haline dönüştürebilmek, insanlığın en büyük buluşlarından biridir.
Sanki yarın 31 Aralık gece yarısı sahnedeki perde kapanacak ve hemen arkasından açılan perde ile yeni bir oyun mu başlayacak yaşam sahnemizde?
Acaba eski oyunu yeniden görmek mümkün mü?
Ancak biliyoruz ki oyun hep aynı oyun. Kapanıp açılan perdeler, sadece hayalimizde var. Sadece takvim yaprakları değişiyor yılbaşlarında.
Ucuzu pahalısı, analogu ve dijitali ile kol saatleri de, takanlara “zamana egemeniz” duygusu verir… Oysa işportadan 5 liraya alınan bir saat de, “tourbillon”lu bir Breguet de aynı zamanı göstermez mi?
Bütün saatler aynıdır
Ülkelerin ve halkların yazgısını bilebilmek pek mümkün değil. Çetin Altan dün ne güzel özetlemişti istikrarın ve gelişmişliğin simge ülkelerinden Almanya’nın serüvenini:
- Sadece bendenizin ömrü içinde 3 kez bayrağı değişmişti Almanya'nın. Almanya'yı, geçtiği bütün akıl almaz belalara rağmen Almanya yapan gizli zemberek neydi? 1901'den bu yana çeşitli dallarda aldığı Nobel ödüllerinin 49'u bulmuş olması mıydı?
Pakistan’ın “gizli zemberek”inin ne olduğunu kestirmek çok zor.
Din yeterli değil
Britanya İmparatorluğu Hint Yarımadası’na bağımsızlık verirken Pakistan nüfusunun Müslüman olması nedeniyle, Hindistan’dan ayrı bir devlet olarak kurulmuştu. Yani Pakistan’ın ulusal bütünlüğünün zembereği “İslam”dı.
Şimdi iyice görülüyor ki,
Kötüleşme baştan başlamadı mı?
Eskiden Çankaya herkese açıktı. Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanıyken, toplumun her kesimi ile kucaklaşır, Çankaya’nın kapılarını her görüşten insanlara açardı.
Çankaya sofraları cıvıl cıvıldı, Cumhurbaşkanı Sezer de halkla iç içeydi. Güler yüzüyle Anadolu’yu harıl harıl gezer, topluma moral verirdi.
Türkiye’nin haklı davalarını anlatmak için de Amerika’dan Asya’ya, Avrupa’ya uzanan coğrafyalardaki bütün başkentleri ziyaret ederdi.
Bir de Abdullah Gül’e bakın.
Yetmezmiş gibi Gül hükümetle de uyumlu bir tablo sunuyor.
Kavgaları özlemedik mi?
İşin en garip tarafı, tüm bu diziler birbirleriyle karıştırılacak kadar birbirlerine benziyorlardı.
Her yaştan kirli sakallı erkek kahramanlar, bir yandan işlerini (genellikle özel girişimci) yapıyorlar, bir yandan da kadın peşinde koşarken çeşitli ikilemlere düşüyorlardı. Kadın kahramanlar ise, bazen kardeşlerinin kocaları veya erkek arkadaşları ya da evli erkeklerle ile ilişkiye giriyor, sonuçta da mutlaka bir miktar gözyaşı döküyorlardı. Ayrıca sert görünüşlü ve kirli sakallı erkekler de sık sık ağlamaktaydılar.
Bu dizilerde gündüzler, insanların işleri dolayısıyla birbirlerine kazık atmalarına, geceler de kadın-erkek ilişkilerindeki açmazların sergilenmesine sahne olmaktaydılar.
Açıkçası hemen bütün oyuncular da, çekimler de başarılıydı. Gerçi ışıklandırmalar gerçek hayatı yansıtmaktan çok reklam filmlerindeki parlaklığı andırmaktaydı. Ama yine de bu dizilerde yoğun bir emek ve para bulunduğu gözlenebiliyordu.
Hepsi tek tip
Mekanlar görkemli bürolar ve villalarla, Dubai zenginliğini yansıtır nitelikte oluyorlardı.
Aynı anda Yılmaz Çetiner de yine Cumhuriyet adına seçimin galibi Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’le röportaj yapmaktaydı.
Bu röportajların bizim açımızdan mesleki önemi vardı.
Çünkü Cumhuriyet’in rakibi olan Milliyet’te Abdi İpekçi, bu iki liderle seçim sonuçları üzerine röportajlar yapacağını seçim öncesinde manşetten ilan etmişti.
Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ecvet Güresin, seçim sonuçları belli olurken Yılmaz Çetiner’e ve bana “Atlayın uçağa hemen Ankara’ya gidin. Yarın İnönü ve Demirel röportajlarını önümde istiyorum. Manşeti ikiye bölüp bunları aynı gün yayınlayalım ve Abdi’yi atlatalım” dedi.
İnönü’nün verdiği ders
İsmet İnönü CHP Genel Merkezi’nde bir koltuğa oturmuş, ayaklarını bir sehpaya uzatmıştı. Yorgun ve üzgün görünüyordu.
Masadaki dostlardan biri “gazete kültürü”ne dayalı savlarla Türkiye’nin nasıl hızla şeriat düzenine kaydığını, “türban kanıtı”nı da vurgulayarak anlatmaya başladı.
Ona sosyoloji diye bir bilim dalının bulunduğunu ve türban dahil pek çok olgunun, tartışmalara konu olduğunu hatırlattım. Bu dönemde sade Türkiye’de değil dünyada da alt kimliklerin üste çıkmaya başladığını, örneğin bundan kısa süre önce konuşulması bile mümkün olmayan “Kürt kimliği”nin bile şimdi gündemden hiç düşmediğini söyledim.
Bu dost, eski söylemini sürdürdü.
AK Parti’nin AB üyeliğini yürekten istemediğini, sadece askeri darbeleri önlemek için AB’ye sarıldığını ileri sürdü.
Ben de “Eğer AB askeri darbeleri önleyecek bir imkansa buna sarılmakta yanlış olan nedir?” dedim ve sordum:
- İdam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve iki kez darbe ile devrilen Süleyman Demirel Türkiye’ye şeriat düzeni mi getirmeyi amaçlıyorlardı?
Hep aynı terane