Gazetelerdeki habere çok hayret ettim.
Yeni Sanayi Bakanı Nihat Ergün, 13 milyar dolarla, Türkiye’nin toplam ithalatının yüzde 15’ini oluşturan Çin mallarına boykot çağrısı yapmış. Her ne kadar, yarım saat sonra Bakanlık sözcüsü “Bu çağrı bizi bağlamaz, Bakanın kişisel görüşüdür” gibi, son derece garip bir açıklama yapıp işi geçiştirmeye çalışmış olsa dahi, Nihat Ergün’ün bu tuzağa düşmüş olmasındaki vahameti ortadan kaldırmıyor.
10’uncu Yozgat Sanayi ve Ticaret Fuarı açılışında konuşan Ergün, Şincan özerk bölgesinde yaşanan olaylara karşı herkesin duyarlı olduğunu, halkın bu duyarlılığını dile getirdiğini söylemiş. Sadece protesto gösterileriyle yetinilmemesini isteyen Ergün: “Protesto gösterileri dışında milletçe yapacağımız başka işler de olmalı. O ülkelerin mallarına karşı bir tutum sergilememiz lazım. Bu tutumun, bizim milletimiz tarafından zaman zaman gösterildiğini, bugün de gösterileceğini, gösterilmesi gerektiğini ifade etmek istiyorum.” demiş.
Bir siyasetçinin, hele Nihat Ergün gibi bir Sanayi Bakanı’nın böylesine bir tuzağa düşmesi kabul edilemez.
Cumhurbaşkanı Gül, orta yolu tercih etti.
Belki kimseleri tatmin edemeyecek ve hemen hemen her yönden eleştiri alacak, ancak bu koşullarda en doğrusunu yaptı.
Aslına bakacak olursak, Cumhurbaşkanı iktidar partisinin yapması gerekeni yaptı. Son dakika golü atmak yerine, ortaya çıkabilecek sakıncaları da dikkate aldı. Askerin kaygılarının giderilmesine işaret etti. Gerilimi de uzatmadı. Önünde süresi olmasına rağmen, çabuk hareket etti. Toplumdaki tartışmaların temposunu düşürdü.
Cumhurbaşkanı’nın onay gerekçesindeki en önemli unsur, AB kriterlerine uyum gereğine dikkat çekilmesiydi. Askerler, AB’nin bu konuda hiçbir beklentisi olmadığını belirttiler, oysa tam aksine Avrupa Birliği’nin en çok üstünde durduğu noktalardan biri Askerin sivil denetime girmesidir. Bu yıl içinde gerçekleştirilmesi gereken kriterlerin başında gelmekteydi. Eninde sonunda da karşımıza çıkacaktı.
Bunca yıldır toplumumuzun algılamalarını, iniş çıkışlarını izlerim, ancak şimdiye kadar böylesine bir gariplikle karşılaşmadım. Sözünü ettiğim gariplik, İsrail kompleksi mi yoksa İsrail alerjisi mi dersiniz bilemem, ancak giderek artan bir İsrail karşıtlığı ile karşı karşıyayız.
Buna “paranoyaya varan bir kuşku” dahi diyebiliriz.
Fazla uzaklara gitmeyelim.
Mayın tartışmasında, resmen adı dahi geçmeyen, işe talip bile olmamasına rağmen, sınır boyunun İsrail’e peşkeş çekileceği ileri sürüldü. İşin garip yanı tüm iddialar doğruymuş gibi bu konu haftalarca ülkenin her kesiminde ciddi şekilde tartışıldı.
Hemen hergün gazeteleri önüme açıyor, TV haberlerini izliyorum ve hergün aynı “yalan rüzgarları” ile yaşıyorum.
Herkesin, her kurumun iki yüzü var.
Biri, dışa yansıttığı bir yüz, diğeri de gerçek yüzümüz.
Biri pırıl pırıl, hoş, uygar, nazik; diğeri çirkin, kompleksli, gaddar.
Pazar günkü Milliyet’te Fikrat Bia’nın manşetten verilen haberi, bize acı bir gerçegi hatırlattı.
Bila haberinde Genelkurmay Başkanlığının, Askerin bazı koşullarda sivil mahkemelerde yargılanmasına itirazının gerekçelerini açıkladı. Genelkurmay bu gerekçeli itirazını Cumhurbaşkanına yollamış. Gül , hükümetin görüşünü de alıp, bugün veya yarın yasayla ilgili kararını verecek.
Ne yazık ki, aslında devrim niteliğindeki bir yasa değişikliği, çok aceleci şekilde ve yangından mal kaçırır gibi yapıldığından dolayı, kamuoyunda ters karşılandı. Sanki TSK’ya son dakikada bel altı vurmak için planlanmış gibi algılandı.
Keşke normal prosedür izlenmiş olsaydı. Komisyonlardan geçirilip, gerekli görüşler alınıp yasalaştırılsa, TSK ile iktidar arasındaki güvensizliğin artmasının da önüne geçilebilirdi.
Emin olun artık bıkkınlık verdi.
İktidar partisine mensup kişilerin son yıllarda en çok spekülasyonunu yaptıkları konu, Ruhban okulunun açılmasıdır.
İktidara geldiklerinden bugüne kadar, hesaplarsanız yüzlerce defa, hemen hemen aynı yanıtları vermişlerdir. Artık yetti ya açsınlar veya bu konuyu hiç ağızlarına almasınlar.
- Ruhban okulunun açılmasının önemi...
-
Bu yazıyı, Bolu valisi Halil İbrahim Akpınar’ın geçenlerde yaptığı konuşmasını dinledikten ve bu konuşmaya Başbakan yardımcısı Arınç’ın olumlu tepkisini gördükten sonra yazmaya karar vermiştim. Ancak ardından öyle gelişmeler yaşandı ki, durum daha da gerildi. Aslında başlık şöyle bitecekti “....biraz işin ucu kaçmıyor mu?” Bu cümle ne demek istediğini çok açıkça gösteriyor. Yine de, meramımı biraz daha ayrıntılı şekilde anlatmaya çalışacağım.
Benim yazılarımı, kitaplarımı okuyanlar, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hakkındaki eleştirilerimi çok iyi bilirler.
TSK’nın, bu ülkenin en önemli ve en güvenilir bir kurumu olduğuna inanırım. Yerine bir başka yerden güvenlik gücü getiremeyeceğimize göre, bu kurumun üstüne titrenmesi gerektiğini tekrarlarım. Ayrıca, eğitimi, disiplin ve ciddiyetiyle, ülkenin nice kurumundan daha iyi işlediğinin tanıklığını da yapmışımdır.
Bütün bunların yanısıra, yakın tarihimizde bu kurumu siyasete bulaştıran komutanları ve sivil kesimleri de sürekli eleştirmişimdir.
Türkiye’de, başlangıcı 27 Nisan 2007’ye dayanan bir Sivil-Asker ilişkilerinde “balans ayarı” yapılıyor.
Eski uygulamalara bakacak olursak, bu olayın ne kadar önemli olduğunu ve dengelerin de giderek nasıl değiştiğini görebiliyoruz. Fazla eskilere gitmeye de gerek yok. Askerle hiçbir sorunu olmayan son koalisyon hükümetinin dahi nasıl azarlandığını hatırlayalım.
Başbakan Mesut Yılmaz’ın Tiflis’te Genelkurmay 2 inci Başkanı Org.Bir’den gelen “İrticaya karşı mücadelede yeterinde etkili mücadele edilmediği” yolundaki eleştirileri yanıtlaması ve bu eleştirinin altında, Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın süresinin uzatılması arzusunun yattığını söylemesi, kıyametleri koparmıştı. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ortak bir açıklamayla, Başbakanı açıkça azarlamışlardı.
Sivil İktidar-Asker ilişkileri hep böyle gelişmişti. Günlük işler iktidardan sorulur, Asker ise Devleti temsil eder, iktidarı denetler, kırmızı çizgileri korur ve ülkenin uzun vadeli çıkarlarından sorumlu tutulurdu.