Geçenlerde, kamuoyunun gözünde, Ak Parti’nin (AKP) giderek Devlet’i temsil eder olduğunu yazmıştım. Eskiden, konuşmalarda “Devlet” dendiğinde herkesin aklına Asker gelirdi. T.C. Devleti'ni, kamunun gözünde Asker temsil ederdi. Siyasi iktidarlar gelir geçer, Asker ise kalıcıydı. Devletin varlığı Asker’e emanet edilmişti. Cumhuriyet kuşaklarına böyle öğretilmişti.
Bu durum giderek değişti.
Askerin siyaset üstündeki etkinliği azaldıkça, Ak Parti bu boşluğu doldurdu.
Artık, hem iktidar ellerinde, hem de Devlet’i temsil ediyorlar. Aslına bakacak olursanız, eski uygulama veya anlayış yanlıştı. Şimdi, dengeler daha çok yerine oturdu.
Türk-Amerikan ilişkilerine ince ayar yapılıyor. Bir süre önceki tehlikeli gidiş, yerini daha sakin bir sürece bırakıyor. Karşılıklı, yeni bir deneme, ilişkileri rayına oturtmak için yeni bir fırsat yaratılıyor.
Obama yönetiminde ateş püskürenlere Beyaz Saray’dan “Türkiye’yi hırpalamayın” mesajı çıktığı anlaşılıyor. Başkanın haftasonu Hürriyet’e verdiği demeç, (“İlişkilerimiz dayanıklıdır, bazı anlaşmazlıklar olabilir, önemli değil” ) bunun ilk işareti sayılmalı.
Ardından da, yönetimin, Ermeni tasarısının Temsilciler Meclisi gündemine gelmesi konusundaki duyarlığı da, buna eklemek gerekir. Anlaşılan, Yönetim Ankara’yı daha anlayışla izlemeye hazırlanıyor. Nitekim, geçen hafta İstanbul’a sırf “Türk-Amerikan ilişkilerindeki gidişi dönüştürmek ve Türkiye’yi anlamak” için gelen bir diğer heyetin ziyareti de dikkatleri çekti.
Başta, eski Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright olmak üzere, Amerika’nın dış politikası hazırlanırken görüşleri dikkate alınan, Emekli Büyükelçiler, Sivil Toplum Örgütleri, Akademisyenlerden oluşan (Morton Abramowitz, Henri Barkey gibi) ve Amerikan Barış Enstitüsü tarafından organize edilen bu ziyaretin amacı, Ankara’da ne olup bittiğini, Türkiye’nin nereye gittiğini, gerçekleri yerinde incelemek ve anlamaktı.
Hafta başından itibaren, Ankara çok tedirgin. Ermeni lobisi, Türkiye’ye bir son dakika golü atabilmek için harekete geçti. Geleneksel Nisan çıkışını beklemeden. ABD Kongresi'ndeki görev değişimi sırasında, soykırım tasarısını geçirebilmek için, taraftarlarını ikna etmeye çalıştı. Bu yazının yazıldığı sırada henüz durum netleşmemişti.
Ermeni tasarısı, hem Türk-Amerikan ilişkileri, hem de ABD’nin güçlü Yahudi lobisinin tutumu açısından tam anlamıyla bir test niteliğine kavuştu. Birkaç hafta öncesine kadar Türkiye’ye ateş püsküren Washington bürokrasisi ve Yahudi lobisinin tutumu merak ediliyordu.
Ermeniler, çok doğru bir zamanlamayla, açıkçası şanslarını zorladılar.
Temsilciler Meclisi'ndeki güçlü yandaşları seçimi kaybetmişler ve gidiyorlardı. Meclis Başkanı Pelosi, en güvendikleri isimdi. Son çalışma günlerinde (Meclis, Ocak ayında, son seçimde kazananlarla toplanacak) Soykırım Tasarısını oylatabilirdi.
Prof. Dr. Vamık Volkan, uluslararası bir üne sahiptir.
Özelliği, savaş eden toplumların bir arada yaşamasını sağlamaya yönelik çalışmalar yapması. SABAH gazetesinde okudum, Cumhurbaşkanı Gül’e Kürt sorununun çözümüne yönelik bir rapor vermiş.
Çok ilgimi çekti ve belki Sabah’ta okuyamamış olanlarınız vardır diye, önemli maddeleri aşağıya özetleyerek aldım:
- Hükümet, açılım sürecinden geri adım atmamalı, cesur olmalı. Ana muhalefet partisi CHP de bu sürece katkı sunacak politikalar üretmeli.
-
Gelin, durumu birlikte inceleyelim. Daha doğrusu, toplumdaki algılamaya bakalım. Zira politikalar bir yana, asıl önemlisi gelişmelerin kamuoyu tarafından nasıl algılandığıdır. Kamuoyu her zaman gerçekleri veya doğruyu görmeyebilir, ancak algılamalar gerçeğin ta kendidir.
ÖCALAN YİNE "BAŞKAN" OLDU...
1- İmralı, şimdiye kadar olmadığı kadar kontrolü eline almış durumda. Verdiği mesajlar ve sürekli politika üreterek gelişmeleri şekillendiriyor. Her ne kadar Demokratik Toplum Kongresi'nin hafta sonu Diyarbakır toplantısında Öcalan’ı eleştiren yaklaşım ve konuşmalar yapılsa dahi, hem partiyi yönlendiriyor, hem de Kandil'ini belirli oranda kontrolü altında tutuyor. Öcalan, eskisi gibi, ancak bu defa uzaktan "Başkan" konumuna oturdu. Buna rağmen “Demokratik Özerklik Projesi” konusundaki karmaşa henüz yatışmış değil.
ANKARA GÖZ YUMUYOR...
Balyoz Davası, Türk siyasi hayatı açısından son derece önemli bir gelişmedir.
Sonunda belki de, savcıların hata ettikleri, sanık askerlerin darbe komplosu içinde olmadıkları, sadece yetkilerini aştıkları, dönemin havasına kapılıp, bir tatbikatı gereksiz şekilde hedefinden saptırdıkları anlaşılacak ve kimse ceza almayacaktır. İddianameyi okudukça, benim kafamda da soru işaretleri doğdu. Savcıların, biraz zorlayarak suç dağıttıkları izlenimi edindim.
Ancak önemli olan, sanık komutanların suçlu olup olmadıkları değil.
Önemli olan, bu davanın açılması ve emekli veya muvazzaf olsun komutanların hesap vermeye çağırılmalarıdır.
Hukuka ters düşen uygulamalara, pek ikna edici olmadığı izlenimi veren suçlama ve siyaset kokan gereksiz açıklamalara rağmen, ben bu davayı çok önemsiyorum.
Bu dava, Türk siyasi tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Bırakın TSK’dan hesap sormayı, bunu aklından geçirenlerin dahi anında terslendikleri bir dönem kapanıyor.
TBMM’nin kurduğu bir soruşturma komisyonunun davet ettiği yüksek rütbeli bir komutanın, davet mektubuna yanıt dahi vermediği dönemlerden geçtik.
Ülkenin siyasi yaşamındaki en büyük dengesizlik, muhalefetin cılızlığından kaynaklanıyor. Toplumun beklentilerini karşılayamayan ve muhalefet etmeyi, iktidar ne derse HAYIR diye karşı çıkmak olarak gören bu partiler bir türlü kendilerini toparlayamıyorlar.
Ak Parti’ye alternatif yaratamıyorlar.
Zaten ortada iki parti var.
Milliyetçi Hareket Partisi, sadece bağırıp çağırıyor. Ortaya somut verilerle çıkamıyor. Üstelik bir türlü kanlanıp canlanamıyor. Kadrolarının göz ucuyla Ak Partiye sempati duyduğu da bilinen bir unsur.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda, İsrail’in, Mavi Marmara Gemisi krizinden başlayıp, bugüne kadar Türkiye’ye çok yanlış yaklaştığı, her geçen gün biraz daha iyi anlaşılıyor. Daha açıkçası, One Minute çıkışından itibaren, Erdoğan’ı iyi okuyamadığı açıkça ortada.
İsrail’in yanılgısı, sadece Başbakanı tanımamaktan değil, Türkiye’nin nasıl değiştiğini tam olarak anlayamamasından kaynaklanıyor.
Sanıyorum, hala Türkiye’nin eski yaklaşımının sürdüğünü sanıyor olmalı. Yani, genelde alttan alan ve kriz çıkmaması için özel çaba harcayan bir Türkiye...
Ancak, hem Ankara, hem de Türklerin tutumu değişti.
Ak Parti dünyaya, özellikle de Orta Doğu’ya çok farklı bakıyor.
Erdoğan’ın çizdiği profil ve genel yaklaşımı da çok farklı.
Ne Amerika'nın tepkisinden çekiniyor, ne de İsrail ile sürtüşmekten. Kendine göre bir çizgi çizmiş, manevra alanını sınırlandırmış ve buna göre politika yapıyor. Hem içeriye, hem de dünya kamuoyuna mesaj veriyor.
Erdoğan’ın Mavi Marmara Gemisi krizinden sonra İsrail’in tutumuna bu kadar tepki göstermesinin nedenlerinden bir diğeri de, gemiye böylesine fütursuzca saldırılması ve 9 kişiyi öldürdükten sonra da, Türkiye’yi suçlaması.