Mehmet Ali Birand

Hayatımız, baştan sona takiye…

14 Aralık 2010
Bilmem farkında mısınız, toplum olarak en küçüğünden en büyüğüne kadar genel bir takiye içinde yaşıyoruz. Siyasetçisi, gazetecisi, bürokratı veya basit vatandaşı da aynı. Gerçek yüzümüzü saklıyor, başka bir yüzle ortaya çıkıyoruz. Ancak eninde sonunda, kim olduğumuz, neye inandığımız anlaşılıyor.

Eminim sizler de farkındasınızdır.

 

İçimizde kendi gibi olan, gerçek kişiliğini, gerçekten neye inandığını gösterenimiz azdır.

 

Siyasetçimize bakın...

 

Demokratız diye yola çıkarlar, demokrasi adına etmedikleri lafı bırakmazlar, ardından, biraz yüksek sesle eleştiri olursa sinirlenirler, öğrencilerin coplanmasını doğal karşılar. Demokrasiyi, sürekli alkışlanmak olarak görür. Muhalefetteyken başka konuşur, iktidar olduktan sonra bambaşka bir yüzle karşımıza gelir.

 

Yazının Devamını Oku

Gençlerle kavga etmenin tehlikesi

11 Aralık 2010
Şimdiye kadar, üniversitelilerle kim kavga ettiyse zararlı çıktı. Türkiye dahil, dünyada da durum aynıdır. İktidara tavsiye ederim, sertleşip kavga edip, polise daha fazla vurması için emir vermek yerine, onlarla iletişim kurun, anlamaya çalışın. Yoksa, bu tırmanış kontrolden çıkarsa, önü alınmaz.

Başbakanı dinliyorum.

Bakıyorum ki, önündeki büyük bir tehlikeyi tam anlamıyla göremiyor.

Küçümsüyor. Artık, bıkkınlık veren yumurta-omlet benzetmeleriyle, tepki koyuyor. İletişim sanatı açısından bakıldığında, Başbakanın hatalı hareket ettiğini görüyorum.

Eylemlerde ne silah, ne de vurucu, yaralayıcı alet kullanılıyor.  Belki bazen abartılı oluyor, ancak en fazla yumurta atıyorlar.

Başbakan, “ne istediklerini de anlamıyoruz” diyor. Zira iktidar, bu olayı sadece muhalefetin  oyunu, AK Parti aleyhtarlığı olarak görmekle yetiniyor. Araştıran yok. Bu gençlerin neden böyle hareket ettiğini merak eden de yok.

Bu gösterileri, tümüyle bir polis olayı olarak nitelemek ve buna karşı güvenlik önlemiyle yetinme tuzağına düşmemek gerekiyor.

Tehlike, bu olayların daha da yaygınlaşmasında yatar. Üniversite öylesine kaygan, birden bire kabarıp, kabından taşan bir kurumdur ki, o öğrenciyi kimse tutamaz.

Üniversitelerdeki kaynama iyi yönetilemez, aksine tahrik ve teşvik edilirse, o tuzağa sadece iktidar partisi değil, bu ülke de düşer. Ortaya çıkacak istikrarsızlık, hepimizi mahveder.

Yazının Devamını Oku

Daha sıkı dövün, bakın bir daha yapıyorlar mı (!)

10 Aralık 2010
Telefondaki kişi bas bas bağırıyordu. Öğrencilerin yaptıklarını yerden yere vuruyor, üniversitelerde yaşananları “Artık yetti kardeşim, bıktık bunlardan. Bindirilmiş kıtalarla gelip etrafı dağıtıyorlar.” diye çok sert bir eleştiride bulunuyordu. Sokağa çıktım, aynı sözleri duydum. Başbakan da aynı fikirde. Hatta bu olayların medya tarafından abartıldığını söylüyor. Acaba kim haklı? Gerçekten olayları biz mi abartıyoruz?

Üniversiteler yeniden gündeme geldi.
 
Uzunca bir süredir böyle olaylarla karşılaşılmıyordu.
 
Üstelik bu protestolar giderek yaygınlaşıyor.
 
Gençler son derece kızgın. Seslerini duyurmak istiyorlar ve bunu da her yöntemi kullanarak yapıyorlar. Seslerini duyuramıyorlar. Duyuramadıkça da, gerildiler. Gerildikçe sertleştiler.

Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin, Patrikhane yaklaşımı bir devrimdir…

9 Aralık 2010
Birkaç haftadır yazmak istiyordum, ancak araya öylesine olaylar girdi ki, bugüne kadar fırsat olmadı. Görmezden gelinemeyecek önemde gelişmeler yaşamaktayız. Türkiye yaklaşımını değiştiriyor.

Türkiye, sessiz sedasız devrim niteliğinde bazı adımlar atıyor.

Türkiye’nin Patrikhane’ye  yaklaşımı her geçen gün değişiyor. Başka olaylar araya girdiği için bugüne bıraktım, ancak dikkat çekmeden edemeyeceğim. Zira son derece önemli adımlar bunlar.  Bundan önceki iktidarların uyguladıkları politika ise çok farklıydı.

Patrikhane, bir kötülükler imparatorluğu olarak adlandırılırdı. Amacı, Türkiye’yi yıkmak olan, Yunanistan'ın Anadoluyu ele geçirebilmesi için sinsi planlar yapan bir çıban başıydı. Mutlaka ezmek, yerinden kıpırdatılmaması için çaba harcanması gereken bir kurum olarak nitelenirdi. Yabancı emperyalist güçlerin Lozan‘da başımıza sardıkları ve bundan dolayı kerhen taşımamız gereken bir düşman gibi görülürdü.

Bu ruh haletiyle, Patrikhane konusu askerlere ihale edildi. Atılacak her adım için, TSK’ nın onayı gerekirdi. Asker de, en basit bir hakkın verilmesini, ünlü karşılıklılık ilkesine bağlar, “Onlar da Batı Trakya da adım atsınlar” derdi.

İşte bu politika yüzünden, 1950’lerden itibaren, her fırsatta Patrikhane’nin elindeki bir çok taşınmaza, kılıfına uydurulup, hukuk cinayetleri işlenerek el kondu. Faaliyetlerine kısıtlama getirildi. Rum azınlığa yapılan eziyetin eşi, bu din kurumuna karşı da geliştirildi. İş sonunda, ruhban okulunun kapanmasına kadar götürüldü. Ruhban okulunun kapanması, Patrikhane'nin ana damarını kesmek, kan akışını durdurmakla eş değerdeydi.

Daha çok yakın bir zamana kadar, devlet kanalı başta olmak üzere, TV’lerde Patrikhane için yapılan programlarda söz alıp, ağzı köpürerek bu ihanet ininden söz eden ünlülerimizi, köşe yazıları, kitapları ve söyleşileriyle çığlıklar atan nice bürokrat, siyasetçi ve akademisyen izlemedik mi?

Milyonlarca kişinin saygı duyduğu, üstüne toz kondurmadığı Ortodoks Kilisesi'nin başındaki kişi , T.C. Devleti'nin resmi dilindeki adı  “Fener Patriği” idi. Patriğin muhatabı da, Fener Kaymakamı idi.

Yazının Devamını Oku

Gösterici dayak yiyiyor, basın hapse giriyor, fatura Erdoğan’a çıkıyor…

8 Aralık 2010
Protesto etmek, eleştirmek hatta sesli şekilde muhalefet etmek demokrasinin temel haklarıdır. Ancak son dönemlerde polis, savcı ve kraldan çok kralcı AKP'lilerin bu özgürlüklere tepkileri sertleşiyor. Faturayı ise Başbakan yükleniyor.

Giderek otoriter, gazetecileri hapse atan, gösterilere tahammül etmeyen bir kimliğe bürünüyor.

 

İşte Ak Parti, için en büyük tehlike budur.

 

Ben Erdoğan’ın, bu ülkenin demokrasisine önemli katkılarda bulunduğuna inananlardanım.

 

Ancak son dönemlerde referandumun getirdiği aşırı özgüvenden, muhalefetin cılızlığından veya her istediğimi yapabilirim inancından mı kaynaklanıyor bilemiyorum, AKP'liler değişmeye başladı. Özellikle de, basın özgürlüğü ve protestocular konusunda uzun süreli iktidarların hastalığına kapılıyormuş gibi bir hava var.

 

Yazının Devamını Oku

Hep, olmayan şeyin belgesini aradık

7 Aralık 2010
Başbakan ne yapacak? İsviçre’deki bankalarda kasaları olup olmadığını nasıl ispatlayacak? Mektup mu yazacak yoksa telefon edip rica da mı bulunacak? Bankalar böyle bir istek ile karşılaşınca acaba ne derler?

Başbakana hak veriyorum.
“Olmayan şeyin belgesi olmaz…” diyor.
İsviçre Bankaları'nda sekiz ayrı hesabı olduğuna dair, eski ABD B. Elçisi Edelman’ın Washington’a yolladığı telgrafa büyük tepki gösteriyor. Daha da acısı bu iddiayı ciddi bulan muhalefetin “hadi bakalım, İsviçre’de paran olmadığını ispat et” demesi…

Başbakan ne yapmalı?
İsviçre Bankalarına, “Bana sizde hesabım olmadığını lütfen bildirin” diye mektup mu yazacak? Banka müdürleri herhalde çok şaşıracak ve “Hesabınız yoksa neden soruyorsunuz?” diye sormayacaklar mı?

Aslında Başbakan, bu ülkede uzun yıllardan beri yaygınlaşan bir hastalığın ilk defa ona da sıçradığından dolayı bu kadar tepki veriyor. Oysa, geçmişte seslerini duyuramayan niceleri, bu hastalıktan hayatlarını kaybetti.

O günlerde ne Erdoğan ne de başkaları durumun ciddiyetinin farkında değillerdi veya görmezden gelmek işlerine yarıyordu ki seslerini çıkarmıyorlardı.

Bugün artık kanser salgını gibi pislik atma hastalığı herkesi tehdit ediyor.

Yazının Devamını Oku

WikiLeaks Davutoğlu’nu rahatlattı…

4 Aralık 2010
Davutoğlu'nun Washington gezisi bitti. Kimlerle görüştüyse, nerelerde konuşma yaptıysa hepsini aradım ve izlenimlerini aldım. Acaba, benim yazdığım kara bulutlar dağılıyor mu? Davutoğlu ABD’de nasıl karşılandı? Tehlikeli adam” diye nitelendirilen Dışişleri Bakanına nasıl sorular soruldu, ne yanıtlar alındı? Karşıma bambaşka bir resim çıktı.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu bana çok kızgın.
 Washington'da Türkiye’nin dış politikası konusunda söylenenleri aktarmıştım. Bana konuşanlar, felaket bir manzara çizmişlerdi. Başka bir deyişle, Washington’a ayna tutmuştum. Hazırlanan faturalardan söz etmiştim.
Bakan, mesaj yerine mesajı getirene kızdı.
Verdi veriştirdi.
Ardından da Washingon’a gitti. Onun ardından, parti ve medyadaki hayranları tarafından linç edilmekten zor kurtuldum. Bazıları, hiç söylemediğim “ABD, AKP’nin ipini çekti... Davutoğlu gidici” gibi lafları dahi bana mal ettiler. Ne kadar tahammülsüz insanlarız, bir daha ortaya çıktı.
Neyse onları bir yana bırakalım.
Davutoğlu’nun ziyareti ünlü belgelerin internete düştüğü gün başladı.

Yazının Devamını Oku

Wikileaks, Erdoğan’a prim getiriyor…

3 Aralık 2010
Henüz işin sonuna gelmedik, ancak bugünkü çerçevede kalırsa, Wikileaks belgelerinin 2011 seçimlerindeki etkileri ne olur dersiniz? Ak Parti’ ye oy mu kazandırır, yoksa muhalefetin konuyu köpürtmesi durumunda, oy mu kaybettirir? Bu konuda çok kişiyle konuştum. Şu andaki kamuoyu etkisine baktım ve bakın nasıl bir manzara ile karşılaştım

Bazı olaylar vardır, hiç ilginiz olmasa dahi başınıza tuğla düşürür. İstediğiniz kadar günahsız olun, yine de fatura size çıkar . Sizi çok zor durumda bırakır, hatta büyük bedel ödemenize yol açar.
Bazı olaylar vardır ki, konu ne olursa olsun, her türlü gelişme sizin lehinize sonuçlanır. Prim sağlar ve tam aksine gücünüze güç katar.
İşte şu anda böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Wikileaks belgelerinin şu ana kadar sızan bölümü, muhalefet ne kadar üstüne giderse gitsin, yine de Erdoğan için – özellikle kendi oy tabanı açısından – olumlu  bir portre çiziyor. Eğer önümüzdeki dönemlerde işleri karıştıracak başka belgeler çıkmadığı taktirde, önümüzdeki seçimlerde Başbakan’ın oy oranına katkıda bulunacak gibi görünüyor.

ERDOĞAN’ A YOLSUZLUK SUÇLAMASI TUTMUYOR...

Başbakan’ın lehine gelişen en önemli unsur, belgelerde sözü edilen “ İsviçre bankalarındaki sekiz ayrı hesap”  konusu.
Erdoğan için kamuoyunda istenilen eleştiri yapılabiliyor, ancak hiç tutmayan yolsuzluk iddiaları. Başbakan’ın yolsuzluklara karışmamış bir lider imajı var. İddialarda bulunulsa dahi tutmuyor.

Yazının Devamını Oku